Aslında birbirlerine zıt karakterlerin barındığı bir dünyada yaşamak, pek çetin bir imtihandır. Bu imtihanın bedeli ise Cennet ve Cemâlullâh’tır. Bu sebeple insanoğlu, bu imtihanı aşmaya mecburdur. Zira dünya imtihanını geçerek ilâhî vuslata nail olmak, aynı zamanda insanın yaratılış gayesini teşkil eder. Bunun için de onun, kötü sıfatlardan sıyrılıp ulvî vasıflara ve faziletlere sahip olması, yani insanlık şeref ve haysiyeti ile yaşaması gerekir.
Bir topluma kurbağa karakterli kimseler hâkim olursa, ortalık bataklığa döner. Yılan ve çıyan ruhlu insanlar hâkim olursa, bütün bir millet zehirlenir, terör ve anarşi başlar. Lâkin gül tabiatlı, merhamet, şefkat sahibi, gönül insanları hâkim olduğunda ise, bütün memleket bir gülistan olur; toplum, gerçek huzur ve saadete kavuşur.
Cenab-ı Hak, imtihan maksadıyla yarattığı dünya hayatını zıtlar üzerine tesis etmiştir. Bu sebeple güzel de bulunacaktır, çirkin de; hayır da bulunacaktır, şer de… Bu dünyanın bir parçası olarak yaratılan ve bu tezatlar arasında kalan insanoğlu da, kendi nefsine yerleştirilen takva ve fücur, hayır ve şer duyguları arasında her an imtihandan geçmektedir. Bu sayede kimileri gönül âlemini güzelleştirmekte ve hayra meyletmekte; kimileri de iç dünyasını çirkinleştirerek şerrin, yani kötülüğün bendesi hâline gelmektedir.
İnsanın hissiyat dünyasında kurtluk, domuzluk gibi nice hayvanın şahsiyet ve temayülü ile temiz-pis, güzel-çirkin binlerce huy vardır. Bunların hangisi galip gelirse, insanoğlu, ona göre yönlenir şekillenir. İnsan varlığında hangi huy hâkimse hüküm, buyruk onundur. Bir maden karışımında da altın, bakırdan fazla ise o karışım altın sayılır.
İnsanda an olur kurtluk gibi yırtıcılık zuhur eder. Bir an olur, insan, ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel hâline dönüşür. İyilikler de, kinler de gizli bir yoldan gönüllerden gönüllere gider. Hatta anlayış, bilgi, hüner; insandan, emri altında bulunan hayvanlara bile geçer.
Rasûl-i Ekrem (sav) Efendimiz de insanların muhtelif tabiatlarda yaratılmasının tâ Hazret-i Âdem’in hilkatinden başladığını beyan etmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Allah Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan yaratmıştır. Bu sebeple Âdemoğullarının, o topraklara izafeten bir kısmı kırmızı, bir kısmı beyaz ve siyah, bir kısmı da bu renklerin karışımındaki bir renkte; bir kısmı yumuşak, bir kısmı sert, bir kısmı iyi huylu, bir kısmı kötü huylu olarak (yani muhtelif istidat, hususiyet ve karakterde) dünyaya gelmiştir.” (Ebû Dâvud, “Sünnet”, 16; Tirmizî, “Tefsîr”, 2/2955; Ahmed, IV, 400)
Yine insan nefsinde hayvan hasletleri de vardır. Meselâ karganın hırsı, köpeğin aşırı iştihası ve oburluğu, Tavus’un kendini beğenmişliği, mayıs böceğinin necasetle ülfeti, kelerin asiliği, devenin kini, kaplanın sıçraması, aslanın cesareti, farenin fasıklığı, yılanın zehir saçması, maymunun lüzumsuz ve laubali hareketleri, karıncanın toplama ihtirası, tilkinin kurnazlığı, sırtlanın hileli uykusu…
Tasavvufun en girift hakikatlerini büyük bir maharet ve rahat bir ifadeyle dile getiren Yunus Emre, insanın iç dünyasındaki med-cezirleri ne güzel şiire dökmektedir:
“Hak bir gönül verdi bana, hâ demeden hayran olur
Bir dem gelir şâdî olur, bir dem gelir giryân olur
Bir dem sanırsın kış gibi, şol zemherî olmuş gibi
Bir dem beşâretten doğar, hoş bağ ile bostan olur
Bir dem çıkar Arş üzere, bir dem iner tahte’s-serâ
Bir dem sanırsın katredir, bir dem taşar ummân olur
Bir dem cehâlette kalır hiç nesneyi bilmez olur
Bir dem dalar hikmetlere Câlinus u Lokmân olur
Bir dem gelir İsa gibi ölmüşleri diri kılar
Bir dem girer kibr evine Firavn ile Hâmân olur.”
İnsanın iç dünyasında derin bir şekilde yaşadığı bu tezatlar, toplum hayatında da kendini gösterir. Bir taraftan imanın kemal ve huzuru içinde yaşayan gönül erleri, diğer taraftan da küfrün girdaplarında kaybolanlar aynı toplumda hayatiyetlerini devam ettirirler.
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız