Sayı : 497   **
Ribat Dergisi Aralık 2016

İrfan Mektebi

Osman Nuri Topbaş

Ömrün Dört Mevsiminde de İstikamet Üzere Bir Hayat

  • 03 Temmuz 2023
  • 185 Görüntülenme
  • 487. Sayı / 2023 Temmuz



İnsanın gelişmesinin, ömrün bir yerinde durması ve yaş ilerledikçe faniliği daha iyi hatırlatan ihtiyarlık alâmetlerinin günbegün artarak zuhur etmesi, tefekkür edebilen için ne büyük bir ikazdır! İnsanı ölüm ve ötesini tefekküre sevk eden bu hakikatler karşısında; insan, faniden bâkîye yönelmeli değil midir? İnsan bu hakikatleri idrak ederse; neticede toprağın bağrına teslim olacak yapısına değil; ebedî hayatında kendisi için hayatî ehemmiyet arz eden, gönül dünyasını tanzime ağırlık verir. Çünkü yaratılışımızın asıl gayesi; gönül âlemimizin tezkiyesi, tasfiyesi ve terakkisidir.

 

İstikamet üzere yaşamak, iç âlem ile dış âleme yansıyan tezahürleri aynı ahenkte buluşturma sanatıdır. Müminin kalbindeki iman, muhabbet ve merhamet, o kişinin fiiliyatına tam olarak yansımıyorsa; bu duyguların zayıf olduğuna ve menfi huyların işgali altında kaldığına işarettir. Böyle kişilerin davranışlarında istikrar olmaz, med-cezirler, tereddütler olur. Bir yapar, bir bozar. Bir basamak çıkar, iki basamak düşer.

 

 

“Rivayete göre İsa (as); teni alacalı ve iki şakağı da çökük, hasta bir adama rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan adeta habersiz bir hâlde kendi kendine şöyle şükrediyordu:

–Ya Rabbi! Sana sonsuz hamd ü senalar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!

İsa (as), muhatabının idrak seviyesini anlamak ve manevi kemalini yoklamak maksadıyla ona;

–Ey garip adam! Allah’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki? dedi.

Hasta şöyle cevap verdi:

–Ey Ruhullah! En feci hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gafil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben; Cenab-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve feyizleri içindeyim. Sanki vücudumdaki hastalıklardan haberim bile yok…”

Kıssadan hisse;

İnsanın bir zahiri bir de bâtını vardır. İnsanın zahiri vücududur. Endamı, bedeni, kaşı, gözü, yani dış görünüşüdür. Diğer tarafta insanın bir de iç dünyası, yani gönül dünyası vardır. Dünyaya gelişimizin esas gayesi, gönül âlemimizi zenginleştirmektir.

İnsan; sıhhat ve güzellik gibi endişelerle zahiri dünyasına, fizikî yapısına pek düşkündür. Fizikî varlığının; güzel, temiz, sağlıklı, dinç, parlak ve benzeri güzel vasıflarda olması ve kalması için gayret eder. İtina ile beslenir, giyinip kuşanır, sıcaktan, soğuktan korunur. Hastalanmaktan ve yaşlanmaktan korunmaya çalışır.

Hâlbuki bu dünyadaki fizikî varlığımız, fanidir. Güzelliği ve sağlamlığı muvakkattir, yani geçicidir. Bu fani ve bir ömürlük elbiseye gösterilen aşırı ihtimam da beyhudedir.

Çünkü ömür grafiği, zayıf ve muhtaç bir bebeklikle başlar; gençlik ve orta yaşlarda zirvesini bulur, sonra tekrar iniş başlar. Zayıflık ve güçten düşme baş gösterir. Gençliğin tarâveti, tazeliği, yerini yaşlılığın solgunluğuna ve pörsümüşlüğüne terk eder. Gençlikte sıhhatli, pembe ve diri olan cilt, buruştukça buruşur. Saçlar ağarır. Gide gide bel bükülür.

“Kime uzun ömür verirsek Biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç akıl erdirmiyorlar mı? (Bu fani akış, bu yolculuk nereye?)” (Yasin, 36/68)

“Sizi güçsüz yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren ve sonra kuvvetin ardından güçsüzlük ve ihtiyarlık veren, Allah’tır. O, dilediğini yaratır. O; hakkıyla bilendir, üstün kudret sahibidir.” (Rûm, 30/54)

İnsanı hüzünlendiren bu akış, aslında insana; fizikî yapısına değil, gönül âlemine eğilmesi yönünde manidar bir ihtardır.

İnsanın gelişmesinin, ömrün bir yerinde durması ve yaş ilerledikçe faniliği daha iyi hatırlatan ihtiyarlık alâmetlerinin günbegün artarak zuhur etmesi, tefekkür edebilen için ne büyük bir ikazdır!..

İnsanı ölüm ve ötesini tefekküre sevk eden bu hakikatler karşısında; insan, faniden bâkîye yönelmeli değil midir? İnsan bu hakikatleri idrak ederse; neticede toprağın bağrına teslim olacak yapısına değil; ebedî hayatında kendisi için hayatî ehemmiyet arz eden, gönül dünyasını tanzime ağırlık verir. Çünkü yaratılışımızın asıl gayesi; gönül âlemimizin tezkiyesi, tasfiyesi ve terakkisidir.

Cenab-ı Hak; insanın bu gayeye ulaşabilmesi için; mürşid ve rehberler, peygamber ve ilâhî kitaplar bahşetmiştir. Peygamberlerin vazifesi; insanoğlunu terbiye etmek, fücurdan uzaklaştırmak ve takvaya eriştirmektir. Peygamberler Efendimiz; “Ben üstün ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta, “Hüsnü’l-Hulk”, 8; Ahmed bin Hanbel, 2/381) buyurmuştur.

Ahlâkın tesiri; hem derundaki duygularda, hem de dışarı yansıyan söz, fiil ve davranışlarda tezahür eder. Yani; iç dünya ile dışa yansıyanlar birbirinden ayrı düşmez. “Benim kalbim temiz.” iddiasında bulunan kişinin, kalbinden dışarı sızan alâmetleri, yani davranışları bu iddia ile muvafık olmalıdır.

Çünkü iç dünyamızın göstergesi duygularımızdır. Ağzımızdan çıkan her söz, fiilî hareketimiz, davranışlarımız bir noktada bizim iç dünyamızın resmidir ve sergisidir.

Gönlümüzde Allah ve Rasûlü’ne muhabbet varsa; fiillerimizde Allah’ın emirlerine ittiba, Rasûlullâh’ın sünnetine sarılma tezahür etmelidir.

Gönlümüzde tevazu varsa; davranışlarımızda, yürüyüşümüzde, bakışımızda, oturuşumuzda alçakgönüllü davranışlar tezahür eder.

Gönlümüzde merhamet varsa; fiillerimizde cömertlik, diğergâmlık ve bağışlama olur.

Cömertlikte en güzel misallerden biri de arı.

O küçücük varlık, kendi ihtiyacının kat kat fazlası bal yapar, büyük bir titizlik ve intizam ile onu paketler. Bunun cüz’î bir miktarını kendisi yer ve çoğunu insanlara ikram eder.

Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız

487. Sayı Temmuz 2023