Göz, dikkat çekmek ister: Anlam’a, görünenin ardında yatan dünyaya, anlam dünyasına yani... Görmek, görünenleri görmekle gerçekleşmez. Görmek, görünemeyenleri de görebildiğimizi gördüğümüz zaman gerçekleşebilir. Görünenleri, görerek gördüğünü söyleyen kişi, aslında göremediğini gösteriyor demektir. İşte televizyon, sanal dünya, akıllı telefonlar, bu noktada bizim insanî melekelerimizi dondurur; bizi celladına âşık eder; mutlak sahte’nin ışıltılı, ayartıcı dünyasının ve nesnelerinin gönüllü kölelerine dönüştürür...
Bir şeyin sadece dışına bakmak, o şeyin özüne dair hiçbir şeyi görememekle sonuçlanır. Bir şeyin sadece içine bakmakla yetinmekse, o şeyin nasıl göründüğünü idrak edememekle. Sözün özü: Bir olguyu ya da bir durumu sadece görünüşüne, sadece kendisine bakarak anlayamayız; anlaşılmaz kılarız sadece. Gözün tahakküm kurmasının önüne geçebilmeliyiz. Bunun yolu, kalbi, akleden kalbi devreye girdirmekten geçer.
Göz, “emperyalist”tir: Tahakküm kurar.
Kalp, gözün tahakküm kurma oyununu bozar.
Göz, göstererek anlamı sınırlar; kalp gizleyerek anlamı açar, ışık saçar...
Göz görmez, gösterir. Radar gibidir gözün görmesi, radarın görmesi gibi: Radar, tarar ve arar; göz de tarar ve arar.
Radarın görmesi, aradığını bulmasıyla sınırlıdır.
Gözün görmesi de buna benzer’dir; ama bunun aşılması gerektiğinin farkındadır göz.
O yüzden gözün görmesi’nin ötesine taşan bir idrak, bir anlama kaygısı, gözün tahakküm kurma çabasını kırar. Bu anlamda bir şeyin hem iç hem de dış boyutunu görebilme, insanın, aradığını bilme, bulma ve olma yolculuğuna çıkmasıyla gerçekleşmeye başlar; bu da kalple gerçeğe dönüşür.
İnsan, bunu görebilir mi; her insan, bu varoluşsal kaygıların farkında ve şuurunda mıdır?
Elbette ki, hayır.
Göz, bir şeyin dış yüzeyini, kabuğunu görür ve gösterir; ama gösterdiği şeyin iç’i, öz’ü, ötesi olduğunu ima eder gibidir.
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız