İnsanın kendisini doğru bir şekilde seyredip tespit etmesinde bilhassa istifade edeceği iki ayna vardır ki, onlar da Kur’an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber’in sünnetleridir. Ashab-ı kiramın kalbî olgunluğundaki sır buradadır. Onlar, peygamber terbiyesinde her zaman bin bir yüce düstur ile kendilerini yetiştirmişlerdir.
Gözden kaçan özellikleri dolayısıyla benlik, pençesinden çok zor kaçılabilen bir hastalıktır. İnsan ne kadar olgunlaşsa da o, kalbin bir köşesinde saklı kalır. Sinsi bir tilki gibi fırsat kollar. Bir bakıma benlik, gizli şeker veya gizli kanser gibidir. İnsanı yatağa düşürmeden kendisini fark ettirmez. İnsan farkında olmayınca da tedbirsiz yaşar ve kolayca avlanır.
İnsanın dünya ve ahirette kendisine faydalı olacak sağlam bir karakter ve şahsiyete sahip olması, beşer eğitiminin en temel gayesidir. Çünkü ancak bu şekilde insan, kendi kabiliyet ve gayretlerini nefsaniyete sapmadan Hakk’ın rızası istikametinde değerlendirebilir ve yüceliklerin seyyahı olur. Aksi takdirde nefsindeki gurur, kibir ve benliğin esiri olarak iki dünyasını da mahveder.
Bu sebeple ashab-ı kiramın terbiyesinde başkalarından ziyade bilhassa kendini tanımak, doğru ve yanlışlarını doğru tespit edebilmek gayreti vardır. Yani onların ömürleri, benliklerini kontrol altında tutabilmek ve kendilerini muhasebe edebilmek terbiyesinde geçen en güzel ve feyizli nümûnelerdir. Onlar bu hususta öyle hassas ve dikkatli idiler ki, koskoca Hazret-i Ömer, Hazret-i Huzeyfe’ye şöyle sormaktaydı:
“Ey Huzeyfe! Allah için söyle, bende nifak var mı?”
Bu sualin iki sebebi vardır. Birincisi Hazret-i Huzeyfe’nin münafıklar hakkında Rasûlullah (sav)’’e sırdaş olması. İkincisi de insanın kendi kendini tespitte şahsî davranmaya müsait olması. Çünkü en suçlu insanlar bile kendileri hakkında hüküm verirken en masum ve olumlu şeyleri söylerler. Bu sebepledir ki, bir hâkim kendini muhakeme edemez. Onun muhakemesi bir başka hâkimle gerçekleşir.
İnsanın kendisini doğru bir şekilde seyredip tespit etmesinde bilhassa istifade edeceği iki ayna vardır ki, onlar da Kur’an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber’in sünnetleridir.
Ashab-ı kiramın kalbî olgunluğundaki sır buradadır. Onlar, peygamber terbiyesinde her zaman bin bir yüce düstur ile kendilerini yetiştirmişlerdir.
Nitekim vefatından bir müddet önce Efendimiz (sav)’’in sırf şu ifadesi ve tavrı bile bizim için ne büyük mürebbidir:
“Ashabım! Kimin malını (sehven/yanlışlıkla) aldıysam; işte malım, gelsin alsın! Kimin de sırtına vurduysam; işte sırtım, gelsin vursun!”
Bu ifadeleriyle Hazret-i Peygamber (sav), kendi şahsında şunu öğretmek istiyor:
İnsan bazen kimin malından aldığının farkında olamayabilir. Bazen kimin sırtına vurduğunun da farkına varamayabilir. Yani beşer, bu noktalarda zaaf sahibidir. Çünkü mal ve kuvvet, herkesin elinde bulundurmak için çırpındığı ve uğrunda pek çok çamlar devirdiği ve camlar kırdığı iki husustur. Dolayısıyla bu iki hususta Hazret-i Peygamber (sav)Efendimiz, kendi şahsında, kıyamete kadar gelecek en alt kademeden en üst kademeye kadar herkese büyük bir mesaj vermektedir.
Zira gerçekten de insan bazen kimin sırtına vurduğunu bilmez. Biraz açacak olursak, kimi diliyle incittiğini fark etmez. Ya da kalabalıklar içinde kimin ayağına bastığını görmez, dikkat de etmez. Ama hiç şüphesiz ki birinin yanlışlıkla da olsa ayağına basması muhtemeldir.
İşte bunun için Rasûlullah (sav)Efendimiz, yaptıklarımızın farkında olmamızı ve helâlleşmemizi arzu ediyor. Tabii bu noktada benlik eğitimi içinde olmak ve kendimizi muhasebe etmek, en birinci şart. Çünkü:
Gerçekten de bir kalpte benlik varsa, orada tevhide dair hususiyetler dumura uğrar. Yani benlik, tevhidi zaafa uğratır. Cenab-ı Hak ayet-i kerimede buyurur:
“(Ey Peygamber!) Hevâ ve hevesini ilâh edineni gördün mü? Şimdi Sen mi ona vekil olacaksın?” (Furkan, 25/43)
Hevâ ve hevesin de en şiddetlisi ve tehlikelisi hiç şüphesiz “benlik”tir. Bunun için kelime-i tevhide “lâ-ilâhe” diye başlıyoruz. Yani önce bütün ilâhları kalpten çıkarıp reddediyoruz. Çünkü kalpten, ancak ilâhları ve nefsanî arzuları çıkarıp da “illâllah” diyebilen kimse, cemali sıfatların tecellisine mazhar olarak Cenab-ı Hak’la itminana ulaşır, huzur bulur.
Bu kıvam, tevhidde en büyük idealdir. Çünkü benlik, insanı çok zor terk eder. İnsan daima bu benlik sebebiyle nefsinin peşinde koşar ve hep kendisini haklı görür. Bu sebeple de tevhide lâyıkıyla eremez. Onun için tasavvufun en ağır ve ciddî meselesi, insanın içindeki benliği temizleyebilmektir. Kalplerden “ben” çıkacak ki Allah zikri orada yer etsin; insan teslimiyetle;
“Ya Rabbi, Sen’sin!”diyebilsin. Bu noktada hiçlik şart.
Hiçlik ve acziyet hâlinde olanlar, Cenab-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini ve kudret tecellilerini fark etmeye başlarlar. Cenab-ı Hakk’a her hâlükârda şükran ve kulluk duyguları içinde olurlar.
Malumdur ki, “Barbaros Hayreddin Paşa, Preveze’den sonra esir düşman kadırgalarını önüne katarak muhteşem donanmasıyla Haliç’e girdiğinde Kanunî ve vezirleri de bu ihtişamlı manzarayı Sarayburnu’ndan seyretmekteydiler. Paşalardan biri heyecanla:
-Sultanım, dünya böyle bir manzarayı acaba kaç kere seyretti? Sizler ne kadar fahretseniz (övünseniz) azdır! dedi.
Ulu hakan Kanunî’nin cevabı ise şöyle oldu:
-Paşa! Bize; fahretmek mi, yoksa bu muzafferiyetleri bahşeden yüce Rabbimiz’e hamd ile şükretmek mi düşer?”
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız