Mevlâna’nın eserleri ve eserlerinde kullandığı dil, sizi; tıpkı gündelik hayatınızda şaşırıp kaldığınız olaylar ve işlerdeki gibi şaşırtıcı hikmet parıltıları ile şaşırtır, sarsar, silkeler. Siz onun sözüne kendinizi bıraktınız mı, hızlıca akıp gitmekte olan bir gemiden kıyıyı izleyen, kıyının akıp gittiğini zanneden ve fakat kendisinin akıp gittiğini unutan bir yolcu gibi daldığınızda, birden sözünü öyle bir yere vardırır ki; daldığınız rüyadan uyanır, akıp gitmekte olanın siz olduğunu şiddetle fark edersiniz.
Mevlâna’nın elbette eserlerinde orijinal birçok söz ve hikmet vardır. Ancak dikkatli okunur ve araştırılırsa görülür ki, o kendinden evvel yazıp söylemiş birçok İslam âliminin eserlerindeki hikmetleri yeniden yorumlamış, hatta kendinden evvel tartışılan bahisleri tekrar gündeme almış ve bu bahisler üzerinde kendi zemininin ve zamanının imkânlarınca yeni yorumlar getirmiştir.
“Ey kardeş, hikâye bir ölçektir.
Ondaki her mana bir tane gibidir.
Akıllı kişi, mana tanesini alır.
Asla ölçeğe aldırmaz.”
(Mesnevi)
Tasavvuf denildiğinde aklımıza ilk anda geliveren şüphesiz tevhittir. Anadolu mutasavvıfları tevhidin ifade ettiği anlam üzerinde o kadar çok durmuşlardır ki, bu birikim dünyanın bundan sonraki çağları boyunca neredeyse üstüne çok az şey konulabilecek gerçek ve derin tecrübe ile ilmin ve hikmetin zirvesidir. Anadolu mutasavvıfları tevhidi; Allah’ın mutlaklığına, biricikliğine, eşsizliğine, benzersizliğine iman etmekle, varlık sahasında O’ndan habersiz ve izinsiz yaprak bile kıpırdamayacağına, insanın her anını, her nefesini onunla geçirdiğini kabul etmeye, bütün varlığın O’nsuz ve O’ndan ayrı olamayacağına inanmakla izah ederler. Buna bazıları “vahdet-i vücud” da derler. Kısaca “Allah’ın âlemden gayrı olduğunu, âlemin de Allah’tan gayrı ve sonradan olduğunu, ancak Allah’ın âlemden ayrı durmadığını da” vurgulayan bu imanı anlamakta zorluk çekenler, cahil değillerse mutlaka bu tevhidî şuurun ağrılığından çekinmektedirler.
Hazret-i Ali Efendimizin: “Görmediğim Rabbe ibadet etmem, O’nu gördüm ve ibadet ettim.” (Hakîm et-Tirmizî, s. 48) sözü etrafında gelişen bu tevhidî bilincin en büyüklerinden biri şüphesiz Hazret-i Mevlâna’dır.
Mevlâna’nın eserleri ve eserlerinde kullandığı dil, sizi; tıpkı gündelik hayatınızda şaşırıp kaldığınız olaylar ve işlerdeki gibi şaşırtıcı hikmet parıltıları ile şaşırtır, sarsar, silkeler. Siz onun sözüne kendinizi bıraktınız mı, hızlıca akıp gitmekte olan bir gemiden kıyıyı izleyen, kıyının akıp gittiğini zanneden ve fakat kendisinin akıp gittiğini unutan bir yolcu gibi daldığınızda, birden sözünü öyle bir yere vardırır ki; daldığınız rüyadan uyanır, akıp gitmekte olanın siz olduğunu şiddetle fark edersiniz. Bu yüzden ondan bıkmazsınız. Onun tekrarları size tekrar gibi gelmez. Özellikle Mesnevi, Divan-ı Kebir ve Fihi Ma Fih adlı eserlerindeki bu üslup Mevlâna’yı batıda ve doğuda en çok okunan müelliflerden biri kılmıştır. Çünkü o sözünü “kesrette vahdet” içinde söyler. “Çoklukta birlik” üslubu, onun şüphesiz Kur’an ve Sünnet’ten ve büyüklerinden öğrendiği bir üsluptur. Ona neden öncekiler gibi bir konu etrafında bütüncül bir kitap, yani fıkıh, hadis kitabı yazmadığı, hikâyeye, temsile, şiire yer verdiği sorulduğunda “Ben Harezm ülkesinde, Belh’te kalsaydım bunu yapardım. Ancak Anadolu’ya gelince gördüm ki bu ülkenin insanları hakikati böyle anlıyorlar. O yüzden böyle söyledim” der.
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız