Izdırap ve çilelere rızanın mükâfatının büyük olmasına bakarak Hakk’dan belâ ve musibetle imtihan istenmemelidir. Çünkü kul, kendisinin taşıyabileceği yükün vüs’atini iyi tayin edemeyebilir ve üstesinden gelemeyeceği sıkletlerin altında eziliverir. Ama Hakk’dan gelirse, bilmelidir ki Cenab-ı Allah, hiçbir kula çekemeyeceği bir şeyi yüklemez!
İlâhî ünsiyetin yolu muhabbettir. Sevilenleri taklittir. Sevenler, sevdiklerinden geleni hoş karşılamak mecburiyetindedirler. Sevenler, sevdiklerini dillerinden ve gönüllerinden düşürmezler. İman hayatının zevk u safâsını yaşamak isteyen gönüller de, zikri, kalplerinde devam ettirirler. Ayakta, otururken, yatarken zikirde bulunup semâvât ve arzın yaratılmasındaki ince, nazenin hikmetlere dalarlar da: “Ya Rabbi! Bunları boşuna ve abes yaratmadın! Noksanlardan münezzeh bir sübhânsın! Cehennem azabından bizleri koru Allah’ım!..” (Âl-i İmrân, 3/191) derler.
Mâsivâ, yani Allah’dan gayrı bütün varlıklar, en basitinden mükemmeline doğru bir hiyerarşiye tabi olarak yaratılmıştır. Bu hiyerarşinin zirve noktası insandır. Çünkü o, Rabbin bütün celâl ve cemal sıfatlarından nasip almış bir varlıktır. Bundan dolayı hayır ve şer, iki kutup, iki ayrı ve zıt temayül ile teçhiz olunmuştur. Allah’da zât-ı ulûhiyetine mahsus bir vasıfta ve sükûnet hâlinde bulunan celâl ve cemal tezahürleri, insanda ebedî bir çatışma hâlindedir.
Eğer âdemoğlu, iradesini müspet temayülleri geliştirmek istikametinde kullanabilir ve kalbin tasfiyesi ile şahsiyetinde hayrın galebesini sağlarsa, bundaki başarısı nispetinde Rabbine yaklaşır. Gönüller, yolun sonuna gelen bir gurbet yolcusu gibi, adeta Rabbine kavuşmanın saadet ve heyecanını yaşar.
Böylece kul ile Allah arasındaki mesafe kısalarak hayatın gurbet olma vasfı zaafa uğrar. İdrakte, en derin ve en köklü ızdırâbın kaynağı olan Allah’dan uzak olmanın doğurduğu elemler, aslında hep aynı kalsa bile azalmaya başlar. Hatta bu temel ızdırâbın üstüne ilâve edilen beşerî ızdırâbın doğurduğu kederler dahi, Rabb ile beraber olmanın süruru içinde adeta hissedilmez hâle gelir. Dünyevî elem ve ızdıraplar, sanki narkoze edilmiş olur.
Bu hâle gelen kimselerin kalp gözleri açıldığından sebebe ve vasıtaya ehemmiyet vermezler. Hakiki ve nihai müsebbip ve sanatkârda, yani Hâlık Teâlâ’da fani olmaya gayret ederler. Bu kemale ulaşamayanlar ise, ara sebeplerden birine takılır kalır. O sebepler ki, gönle bir olta olan Leylâ mesabesindedir, Mevlâ’ya ulaşmaya mani olur.
Nefsanî ve dünyevî temayülleri aşan dertli Yunus, gönlün merhalelerini ve kendisinin Hakk’da fani oluşunu ne güzel ifade eder:
“Sûfîlere sohbet gerek,
Ahîlere ahret gerek,
Mecnûnlara Leylâ gerek,
Bana seni gerek seni!..”
Bu kemale ulaşmanın en feyizli vasıtası, birer ızdırap kaynağı olan iptilâlardır. Bundan dolayıdır ki hadis-i şerifte de ifade buyurulduğu gibi insanların iptilâlara en çok muhatap olanları, peygamberlerdir. Çünkü onlar, ümmetlerine nümûnedir. Vazifeleri icabı Rabbe en yakın bir mevkide bulunmak durumundadırlar ki, bu yakınlık mevkiinin zemini de, dosta bağlılık derecesini ölçen iptilâlardır. Nitekim aşırı sürur ve aşırı ızdırap gibi nefse tuzak olan uç noktalara sürüklenmeyip rıza ve bunun neticesi olan sabır ve tevekkül sahibi olunması sayesindedir ki, peygamberlerde hayal edilmez bir tahammül müşahede olunur.
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız