Günümüzde şikâyet edenlerimiz, mazeret üretenlerimiz hayli çok, ancak tedbir alanlarımız ve tevekkül edenlerimiz ise o nispette az. Gazete ve dergilerde veya televizyon kanallarındaki yazılar ve konuşmalar buna şahittir. Acaba bunun sebebi nedir? desek, cevabında zorlanıyoruz. İster istemez aklımıza ilk gelen: Acaba inandığımız gibi yaşamadığımızdan mı yaşadığımız gibi inanmaya mı başladık? Şikâyetlerimizin ikinci sırasındaki konu, hızlı değişen hayatımız veya şartlarımız. İleriye bakarken geriye göz yumanlar veya geriye bakarken ileriyi ihmal edip göremeyenler sürekli şikâyet üretirler. Bu hususta faturayı dine kesenler, dinin mahiyetini, yaptırım gücünü idrak edemeyenlerdir. Çünkü dinimiz İslam, kendisine zarar vermeyen değişimlerin motor gücü olmuş, adeta teşvikçi olmuştur.
Dinimiz İslam’ı ve Peygamberimizin sünnetini şekilci bir anlayışa mahkûm etmek veya asırların getirdiği birikmiş problemleri, kısa zamanda çözüme kavuşturmak anlayışı, şikâyetlerin oluşmasına sebep olan bir başka etken oldu.
Büyük ilim ehlinden olan Şatıbi, meşhur Muvafakat’ında şu tespiti yapmıştır: “Kur’an-ı Kerim’in sergilediği dinin gayesi, insanı, zorunlu kulluktan, serbest seçime dayalı kulluğa yükseltmektir.”
Kıyamet kopuncaya kadar nerede bir istenmeyen olaylar çıksa, bunun mutlaka bir çıkış yolu vardır. Her hastalık için şifa yaratan Rabbimiz, kendi Kitabına ve Rasulünün Sünnetine müracaat edildiğinde de müracaat edilmeye sebep olan olayların, hadiselerin çıkış yollarını gösterir.
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de “Müminlerin kalplerine, imanlarını iman ile artırsınlar diye sekîneti indiren, O’dur…” (Fetih, 48/4) buyurmaktadır. Bulutlardan yağmur indiren Allah, müminlerin kalplerine de hâl, bereket, manevi takviye, güç, feyiz, aşk gibi pek çok anlama gelebilecek sekineti indirdiğini ifade buyuruyor. Allah’ın indirdiği huzuru ve yine Allah’ın üfürdüğü ruhu taşıyan insan sadece malumatı aktaran, düğmesine basıldığı zaman konuşmaya başlayan bir radyo gibi olamaz. Zira insan, bedenini toprak kaynaklı, ruhunu da Allah kaynaklı gıdalarla beslemekle mükelleftir. İfa ettiği ibadetlerde Allah ile bağlantı kurmayıp, ruhunu beslemeyenler, Efendimizin (sav) ifadesiyle ibadetlerinden yalnızca yorgunluk elde edenlerdir.
Müslüman, farzlara, sünnetlere, buyruklara teslim olan demektir. Bu teslimiyetinden dolayı dinlediği vaazdan, okuduğu ayet ve hadisten aldığı hâl, feyiz veya sekineti çevresindekilere aktarmak zorunda olduğunu bilir. Örneğin bir baba, ailesini selamlarken arada bu manevi enerji bağını kuramayıp, sıradan bir şekilde selam cümlesini zikretmesi ve hâl transferinin bir ailede eşlerin arasında dahi gerçekleşemiyor olması, bugün temel sorunlarımızdan biridir. Efendimizin (sav) “Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız!” (Müslim, “İman”, 93-94) hadisinde zikredilen ve Allah’ın hediyesi olarak kabul edilmesi gereken selamının dahi farkına varamamış ve kuru bir cümle olarak kullanan bizler, bu sorunların çözümünü istiyorsak, öncelikle farkına varma problemini aşmak durumundayız. Rabbimizin “...Rüku edenlerle birlikte siz de rüku edin” (Bakara, 2/43) buyurması da yine İslam’ın cemaat dini olduğunun ve bu ruhun paylaşılması gerektiğinin bir göstergesidir.
İnsan yeryüzüne teşrif ettiği andan itibaren zihninde hayatın anlamını anlama mücadelesini de başlatmıştır. Çünkü İlahi İrade insanın fıtratına yaşamış olduğu hayatı anlamlandırma arzusunu yerleştirmiştir. İnsan için sevme, sevilme, ilgi görme, takdir edilme duyguları ne kadar gerekli ve önemliyse, hayata anlam vermek, tedbir alarak ve tevekkül ederek yaşamakta o kadar öneme haizdir. Bütün vahiyler ve Rahmet Elçileri kendilerine muhatap olan insanlara hayatın ve onun öteki yüzü olan ölümün anlamını, tedbiri ve tevekkülü anlatarak eğitime başlamışlardır. Hayatın anlamını kavramak, beşerin insan olabilmesi için adeta başlangıç noktasıdır. Bu noktadaki yanlış bir başlangıç bir ömrü heba etmek demektir. Çünkü ömür, adam olabilme mücadelesidir. İnsanlığın dünya sahnesindeki temel rolü de budur. Hz. Âdem (as) ile başlayan hayata anlam katmak ve bu anlam için yaşama mücadelesi vermek kıyamete kadar durmaksızın devam edecektir. Atamız Hz. Âdem’in insanlığa bıraktığı bu miras kimi dönemlerde unutulmuştur. Bu unutkanlık dönemleri insanlığın yeryüzündeki en sancılı dönemleri olmuştur. Böyle dönemlerde İlahi İrade hayata aktif olarak müdahil olmuş, hatırlatıcı ve uyarıcı olarak Rahmet Elçilerini devreye koymuştur. Efendimiz de bu halkanın son zinciri olarak insanlığı son kez hayatın anlam ve amacını anlamaya davet etmiştir.
Bu ayki sayımızda siz değerli okurlarımızın huzuruna hayatımızı tedbir ve tevekkül dengesinde anlamlandırarak yaşamamıza vesile olması duasıyla “Tedbir ve Tevekkül” dosyasıyla çıkıyoruz.
Makaleleriyle huzurlarınızda olmamıza vesile olan bütün değerli yazarlarımıza en kalbi teşekkürlerimizi arz ediyoruz. Siz değerli okurlarımızı, “Tedbir ve Tevekkül” konusunda Kur’an ve Sünnet’ten doğru bir şekilde bilgilenmek, şuurlanmak için dergimizi baştan sona okumaya davet ediyoruz.