Anadolu Selçuklu çağının Konyası kesinlikle bir ilim merkezidir. Alaaddin Tepesi’ndeki saray ve saraya bağlı yapılardan sonra Konya’daki en belirgin yapılar medreselerdir. Alâaddin Tepesi etrafında, çoğunlukla şehrin doğusunda ve güneyinde bulunan medreselerden biri de Hazret-i Mevlâna’ya aittir ve eski kayıtlarda Molla-i Atîk medresesi olarak geçer. Şimdilerde Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü arkasındaki caddeye bakan bu medreseden, bize hiçbir şey kalmamıştır.
Hazret’in ömrünün ve gündelik yaşamının büyük bir kısmı bu medresede geçer. O, burada sadece talebelerine ders vermez, uzaktan ve yakından gelen misafirlerini de bu medresede ağırlar. Hatta medresesine zaman zaman ilim erbabından dostları ve bazen de devlet erkânından kimseler uğramaktadırlar. Bu medresede Hazret, zaman zaman medresenin sahanlığında, zaman zaman sofasında, zaman zaman da dersliklerde görünmektedir.
Bu yazının başlığı bir ihtiyaçtan doğdu. Yukarıdaki başlık bugün popüler dünyanın resmettiği ile geleneğin bize, eserleri ve takipçileri aracılığıyla bıraktığı Mevlâna portresinin daha açık olarak görülmesine bir katkı amacı gütmektedir.
Dünyayı idare eden merkezlerin ilgili ilgisiz herkese ve her cihete takdim ettiği bir Mevlâna portresi var ve bu portre zaman zaman kendi köklerine, kendi dünyasına yabancı görünmektedir. Bir yanda evrensel, hümanist ve merkezsiz, diğer yanda eserlerinde subliminal mesajlar göndererek belli belirsiz bir aşk dininden dem vuran bir Mevlâna. Son zamanlardaki birçok popüler çalışmanın ortaya koymak istediği bu portrenin gerçeğiyle uyumsuzluğu, gerçekliğiyle uygunsuzluğu bu yazının başlığının göstereceği evrenle belki bir nebze izah edilebilir.
Belki son zamanlarda kendi dünyasından koparılarak fildişi kuleye hapsedilmek istenen, sıradan bir entelektüel yalnızlığına itilmek istenen Mevlâna’nın, gerçekte öyle olmadığına bir kapı aralanabilir.
Her yıl Konya’da, yerel ve ulusal kurumların işbirliğiyle yapılan Mevlâna’yı Hakk’a Vuslatı’nın 744.yılında, modern etkinliklerin ise 80. yılında Anma Haftası’nda böyle bir yazıyla başka bir gerçeklik üzerinden okumaya çalışmak; O İslam arifi ve fakîh’i ve mutasavvıfı anlamaya yönelik samimi gayretimiz için değerli olabilir kanaatindeyim.
Gerçekten çok iyi niyetli olsa bile, O Hazret’in ömrünün bir günü içinde neler yaptığını bilmek bize ne kazandırır? Biz bugün aynı gündelik ortamı paylaşmadığımıza göre bunu bilmek kuru bilgiden üç-beş yük daha denklemek anlamına gelmeyecek midir? Mekânı ve zamanı kendi mukaddes varlığı içinde dürüp-bükmüş bir Hakk aşığını nasıl ömrü boyunca kıymet vermediği “gündelik yaşamak” fikri üzerinden okuyacağız? Hatta “Öldükten sonra mezarımızı yerde arama, bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir.” diyerek anlamının, yaşayan ariflerle yaşayacağını söyleyen Mevlâna’yı, geçmişin unutulmuş gitmiş gündeliği içinde aramak neden diye düşünebiliriz.
Bugüne kadar Hazret-i Mevlâna ve etrafındakilerin eserlerini birkaç kere okumuş biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, “gündelik yaşamak” dediğimiz şey, ne Mevlâna’da ne de onunla birlikte tarihte Konya’da yer tutmuş dostlarında yok.
Buna rağmen eğer gündelik yaşamdan kasıt, 1207-1273 yılları arasında hayatının dünyadaki kısmını tamamlamış Mevlâna’nın etrafında bulunan şehir, toplum, siyasi, sosyal ve dini hayat ile bunların detayları v.s ise buna dair birçok ibare hem hazret‘in eserlerinde hem de oğlu Sultan Veled başta olmak üzere yolundan gelenlerin eserlerinde mevcuttur. Özellikle Hazret, dâr-ı bekâya yürüdükten sonra yazılan Risale-i Sipehsâlâr ile Sipehsâlâr’ın risalesini içeren ve yeni bilgilerle genişleten Menakıb’ul-Ârifin bize bu konuda epey detay vermektedir.
Kaldı ki, Hazret-i Mevlâna’nın eserlerinde resmettiği dünya o dönemin hayatıyla dopdoludur. Ancak burada dikkat etmemiz gereken husus, Hazret’in bütün bu kâinatı ve içinde bulunan her şeyi Hakk’ın bir sözü olarak duyduğu ve bir ayet olarak okuduğu gerçeğidir. İşte bu açıdan Hazret’in gündelik hayatına dair edindiğimiz bilgileri biz de O’nu bize anlatan birer işaret olarak okumalıyız. Hazret’in gündelik hayatının ipuçları Risale-i Sipehsâlâr ile Menakıb’ul-Ârifin’de gizlidir ve bu eserler bize Hazret’i belli başlı şu mekânlarda gösterirler; mahalle, kasaba, köy, sahra, ev, mutfak, hücre, han, hamam, ılıca, kaplıca, bağ, bahçe, medrese, cami, mescit, hânkah, zâviye, tekke, kilise, manastır, türbe, minber, saray, köşk, dükkân, pazar yeri, çadır, çöl, ırmak kenarı, tepe, dağ, tımarhane, astane, kervansaray, kütüphane, tâbhane, mektep, zindan, mahkeme.
Hazret, Menakıb’taki bir rivayete göre dönemin Konyası ile ilgili olarak oğlu Sultan Veled’e şöyle söyler:
“Bahaeddin, Konya şehrine bak, kaç bin emîrin, büyüğün ve ileri gelenin evi, köşkü ve sarayı vardır. Tacirlerin ve iğdişlerin evleri zanaat erbabının evlerinden, emîrlerin sarayları tacirlerin, sultan ve meliklerin köşkleri ve takları bunların hepsinden yüzlerce derece yüksek ve büyüktür.”
Mevlana’nın herhangi bir sebeple uğradığı, gördüğü medreseler ve diğer dini yapılar şunlardır:
“Mevlana’nın medresesi (Molla-i Atik Medresesi), Halaviye Medresesi, Halilu’r-rahman Mescidi, Şam’da Mukaddemiye Medresesi, Penbefuruşan “Pamukçular Medresesi”, Meram Mescidi, Cuma Mescidi, Kale Mescidi, Karatay Medresesi, Daru’z-Zâkirîn Medresesi, Atabekiye Medresesi, Kuba Mescidi, Nalıncı Baba Medresesi, Sadrettin’in Zaviyesi, Ahilerin zaviyeleri”
Anadolu Selçuklu çağının Konyası kesinlikle bir ilim merkezidir. Alaaddin Tepesi’ndeki saray ve saraya bağlı yapılardan sonra Konya’daki en belirgin yapılar medreselerdir. Alâaddin Tepesi etrafında, çoğunlukla şehrin doğusunda ve güneyinde bulunan medreselerden biri de Hazret-i Mevlâna’ya aittir ve eski kayıtlarda Molla-i Atîk medresesi olarak geçer. Şimdilerde Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü arkasındaki caddeye bakan bu medreseden, bize hiçbir şey kalmamıştır. Medresenin eldeki bilgilere göre hikâyesi şöyledir:
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız