Sayı : 503   **
Ribat Dergisi Aralık 2016

İrfan Mektebi

Osman Nuri Topbaş

Mü'min ve Dünya

  • 06 Ağustos 2019
  • 2539 Görüntülenme
  • 440. Sayı / 2019 Ağustos
Yazıyı Dinle
0:00
0:00
Yazarın Diğer Yazıları
Osman Nuri Topbaş
Tüm Yazı Arşivi



Cenab-ı Hakk’a muhtaç olduğunu bilen ve yalnız O’ndan yardım isteyen, yalnız O’na tevekkül eden mü’min; başka kullara asla el açmaz. Bu manasıyla istiğna övülmüş bir mü’min hasletidir. Başkalarından istemek, yüzsuyu dökmeye alışmak, kişinin iffet ve hayâ duygularını da zedeler. Rızkın Allah’tan olduğuna inanan kişi, kullara bel bağlamamalıdır.

 

İnsanın elindeki ömür sermayesini büsbütün dünyalık talebine hasretmemesi, diğer kulluk vazifelerini de ihmal etmemeye dikkat etmesi zaruridir. Daha fazla dünya malı kazanma uğrunda ihtiras; insanı yiyip bitiren, neticesiz, huzur ve saadetten mahrum bir çiledir. Nefsin iflâh olmaz bir hastalığıdır.

 

Şeytanın sağdan yaklaşarak verdiği vesveseyle, kimileri, haram ve şüpheli yollardan kazandıkları manen kapkara paraları; bir kısmıyla hayır-hasenatta bulunarak aklayacaklarını zannederler. Bu hazin bir aldanıştır. Helâl olmayan, şüpheli yollardan elde edilen gelirlerin, tamamı hayır-hasenata harcansa bile, kişiye hiçbir manevi kazanç getirmeyeceği gibi, taalluk eden kul haklarının hesabının ayrıca sorulacağı akıldan ve gönülden çıkarılmamalıdır.

 

 

 

DÜNYAYA GELİŞ SIRRI: GAYRET

 

 

Cenab-ı Hak, insanı zatını mârifetullah ile tanıması ve kendisine hakkıyla ibadet yani kulluk etmesi için yarattı. İnsanı, bu imtihan için; çileli ve zahmetli, meşakkatlere sabır, gayretlerde sebat icap ettiren dünyaya gönderdi. İmtihanda muvaffak olduğu takdirde, ona; ahiret yurdunda çile ve zahmetin hiç bulunmadığı, mükâfat ve selâmet yurdunu, yani cennet-i âlâyı va‘detti. Muvaffak olamayanları ise, çile ve zahmetin de ötesinde, mahzâ azap ve kahır yurdu olan cehenneme duçar edeceğini bildirdi.

Bu hakikate iman eden insan için; dünya ve içindekiler, bir dershane dekorundan ibaret. Dünya hayatı, son nefese kadar, terinin son damlasına, takatinin son noktasına kadar çalışılacak, gayret edilecek bir imtihan mekânı.

Ahirette selâmet ve sürurun hasadı için; dünya mezrasında ter dökmek, çilelere katlanmak zarurî. Ayrıca, Allah’ın hakkını gözetirken, kullarının hakkını gözetmek, kimseyi incitmemek, mahlûkata merhametle, şefkatle muamelede bulunmak da şart…

Ahiret hakikatine iman etmeyen bedbahtlar için ise; vasıta olan dünya, gaye hâline gelir. Ölüm bir maksatsız nihayet, ömür de her saniyesi har vurulup harman savrulacak hazır bir miras olarak görülür… Her türlü fırsat ve imkân, helâl-haram, temiz-pis, haklı-haksız olduğuna bakılmaksızın, yararlanılacak, yağmalanacak, tüketilecek, yutulacak birer meta kabul edilir… Bu bakışla dünya; bin türlü haksızlık, acımasızlık, zulüm, kan ve gözyaşının mezbelesi olur.

Hak ve hukuk, vicdan ve merhamet, insaf ve insaniyet gibi değerler de, ancak ahirete hakkıyla iman eden ve hesap korkusuyla titreyenlerin kalplerinde hakikî manasını bulur.

Çünkü onlar bilirler ki;

HER NİMETTEN SORULACAK…

 

Cenab-ı Hak; sâir mahlûkatı mahdut birer sahada, kendilerine mahsus sevk-i ilâhî ile verilen vazifeyi yapmaya memur etti. Melâikeyi de, nefsaniyetten, iradeden, itirazdan hâlî, ilâhî emirleri derhâl icra eden varlıklar olarak halk etti. İnsanı ise, çok daha farklı, müstesna hususiyetlerle yarattı. Ona akıl, zekâ, arzu, hırs, gazap, benlik gibi müspet ve menfi birçok hususiyet verdikten sonra; onu, emrine amade kılınmış varlıklarla dolu dünyaya gönderdi. Dünyada insanın nasıl bir hayat sürmesini arzu ettiğini, ona kitap ve peygamberleriyle bildirerek, manevi olarak da büyük ikramlarda bulundu. Bütün bu teçhizatın yanında, insana bir de irade verdi ve imtihan başladı: Arzu ve iştiyak verdi; onu lâyık olduğu yere cennete mi yoksa süflî dünya nimetlerine mi tevcih edeceğine baktı… Akıl nimeti verdi; onu ibret ve tefekkürün vasıtası, tercihlerde daima ahiretin ağır bastığı hassas bir terazi mi, yoksa dünyevî menfaat kazanmanın basit bir maşası mı kıldığına baktı… Gazap ve heyecan verdi; onu Hak adına, adalet namına, İslâm’ın izzet ve şerefini muhafazanın, vatan, millet ve mazlumların müdafaasının muharrik kuvveti olarak mı; yoksa iç çekişmelerin, boğuşmaların fitne kazanı, enâniyetin, tekebbürün fitili olarak mı kullandığına baktı… Enerji verdi, dinçlik verdi, gençlik verdi, zaman verdi, imkân verdi… Gayret edip kullanacak mı, tembellik edip, gevşekliğe, malayani meşgalelere kapılıp boşa mı verecek, kullanırsa nereye ve nasıl harcayacak diye baktı… Mal verdi, mülk verdi, nimet verdi… Nasıl tasarruf ettiğine baktı… Paylaştı mı, nefsine mi hasretti? Şer‘-i şerif ve sünnet-i seniyyeye göre mi sarf etti, yoksa saçıp savurup israf mı etti? İhtiyacı olanları aradı mı, gördü mü, onları kendine zimmetli addetti mi? Yoksa isteyeni ve kendinde bulunmayanı mahrum mu bıraktı? Cimrilikle -adeta kemiğini saklayan bir kelp gibi- varlığını saklamakla, biriktirmekle ömür ve imkânlarını çürüttü mü?.. Yoksa her imkânı, cennet bağ ve bahçelerinin birer tohumu mahiyetinde dünya tarlasına salih amel olarak ekti mi?

Bütün bu nimetlere şükür mü etti, nankörlükle mi mukabele etti?..

Hülâsa; Cenab-ı Hak, bu imtihan dünyasında lütfettiği her şeyi, sorgu ve suale konu olacak, hesabı sorulacak bir malzeme olarak verdi. Nitekim ayet-i kerimede buyurulur:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعٖ۪يمِ

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (Tekâsür, 102/8)

Bu ayette hesabı sorulacak nimetlerin şümulüne maddî-manevi bütün imkânlar girer.

HELÂL RIZIK ARAMA GAYRETİ…

 

İnsan bu dünyada, kendisi ve ehlinin maişetini sağlamak için maddî kazanca muhtaçtır. Bu hususta başkalarına yük olmamak, kimseye el açmak mecburiyetinde kalmadan çalışmak her kulun vazifesidir.

“Hiçbir kimse, asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir…” (Buhârî, “Büyû”, 15) buyuran Fahr-i Kainat Efendimiz, ashabını da, rızıklarını helâl yoldan ve kendi emekleriyle aramak ve insanlardan müstağni olmak vasıflarını haiz yetiştirirdi.

 

TEVEKKÜL…

 

Bir mü’minin; rızkına Cenab-ı Hakk’ın kefil olduğu inancıyla mutmain olması, rızık endişesine kapılmadan zor zamanlarda yalpalamaması, dik durması tevekkülünün neticesidir. Bu inanç, şeytanın fakirlikle korkutarak, haramın uçurumlarına sevk etmesine karşı kulun sarılacağı teminattır.

Ayet-i kerimede buyurulur:

قُلْ لَنْ يُصٖ۪يبَنَا اِلَّا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَنَا هُوَ مَوْلٰینَا وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler / dayanıp güvensinler.” (Tövbe, 9/51)

Cenab-ı Hakk’ın Rezzâk ism-i şerifinin muazzam bir tecellisi, kış mevsiminde zuhur eder. Karlar yağar, her taraf yerine göre yarım metre, bir metre kalınlığa varan bembeyaz örtüyle kaplanır. Orada yaşayan sayısız canlı, toprağın sinesine sığınır. Rezzâk-ı Zü’l-Celâl’in muhafazası altında, adeta bir kundak hâline gelen toprakta yaşar. Merhametlilerin en merhametlisi olan Cenab-ı Hak, o mahlûkatın rızkını orada da tevzi eder. Bahar gelip de karlar eridiğinde; ceset yığınları yerine, bahar neşv ü neması içinde yeşeren tabiata yayılan mahlûkata şahit oluruz.

Hadis-i şerifte de şöyle buyurulur:

“Eğer siz Allah’a gereği gibi tevekkül etseydiniz, (Allah), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları hâlde akşam doymuş olarak dönerler.” (Tirmizî, “Zühd”, 33; İbn-i Mâce, “Zühd”, 14)

 

İSTİĞNA…

 

İstiğna; kişinin kendisini müstağni görmesi, muhtaç hissetmemesidir.

Allah’a karşı istiğna içinde olmak, Cenab-ı Hakk’ın verdiği mal, evlât gibi nimetlerle şımaran kâfirlerin kötü huylarındandır. Onlar mallarıyla ebedî olacaklarını, sonsuza dek kalacaklarını sanırlar. Hâlbuki dünya geçici bir metadan ibarettir. Ayet-i kerimede buyurulur:

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَى اللّٰهِ وَاللّٰهُ هُوَ الْغَنِىُّ الْحَمٖ۪يدُ

“Ey insanlar! Sizler hepiniz Allah’a muhtaçsınız, Allah ise ganî (hiçbir şeye muhtaç olmayan mutlak varlıklı)dır. Övülmeğe çok lâyıktır.” (Fâtır, 35/15)

Cenab-ı Hakk’a muhtaç olduğunu bilen ve yalnız O’ndan yardım isteyen, yalnız O’na tevekkül eden mü’min; başka kullara asla el açmaz. Bu manasıyla istiğna övülmüş bir mü’min hasletidir. Başkalarından istemek, yüzsuyu dökmeye alışmak, kişinin iffet ve hayâ duygularını da zedeler. Rızkın Allah’tan olduğuna inanan kişi, kullara bel bağlamamalıdır.

Peygamber Efendimiz, ashabının bazılarından, kimseden bir şey istememek üzere bey‘at almıştır. Dilenciliği men etmiştir. İnsanlardan beklenti içine girmemelerini istemiştir.

Şunu da ifade etmelidir ki, istiğna; toplumda herkesin kendi başının çaresine bakması, kimsenin kimseye yardımcı olmaması demek de değildir. O sadece, “bâr olmayıp yâr olma” telkinidir.

DÜNYAYA SAPLANMAMAK…

 

İnsanın elindeki ömür sermayesini büsbütün dünyalık talebine hasretmemesi, diğer kulluk vazifelerini de ihmal etmemeye dikkat etmesi zaruridir. Daha fazla dünya malı kazanma uğrunda ihtiras; insanı yiyip bitiren, neticesiz, huzur ve saadetten mahrum bir çiledir. Nefsin iflâh olmaz bir hastalığıdır. Şu söz, sâir mahlûkatın bile bu hastalığa düşmediğini göstermesi açısından manidar bir tespittir:

“Âlem yaratıldığından beri, hiçbir kuş, komşusundan daha fazla yuva yapmaya uğraşmadı; hiçbir tilki, saklanacak tek bir kovuğum var diye kendini harap etmedi; hiçbir sincap, bir değil de iki kış yetecek kadar ceviz biriktiremediği için endişeden ölmedi ve hiçbir köpek, yaşlılık yılları için birikmiş kemiği olmadığını dert ederek uykusuz kalmadı.”

Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız

440. Sayı Ağustos 2019