Dinin imana ilaveten amelî boyutu da vardır ki, ahlâk bu boyutun en önemli tezahürlerinden biridir. Diğer taraftan iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan, insanın iç murakabesini gerçekleştiren ve kendi kendini hesaba çekerek davranışlarını kontrol eden kalbindeki imanıdır. Allah’ın istediği ve razı olduğu iman; kişiyi kendi nefsinin muhasebecisi, hayatının yegâne murakabecisinin Allah olduğunu kendisine hatırlatan imandır.
Ahlâkın teminatı; iman, vicdan ve mizandır. İman, vicdan ve mizanı kaybedenlerin ahlâkı olmaz. Onların sermayesi, haksızlık, hukuksuzluk ve ahlâksızlıktır. Bir ülkede dinen arazide olması gerekenler, arazi olmuşlarsa, imanda arıza var demektir. İmanları arızalı olanlar, Allah’ın dinine ve Peygamberine karşı muarız olurlar. İman-ilim-amel bütünlüğünü parçalayanlar, hurafeler köprüsünden geçerek dinsizliğe ulaşmaya çalışırlar.
İmanımız, hayatımızın yegâne muharrik gücüdür. İmanımız, amellerimizin daimi amiridir. Mü’min insanı harekete geçiren imanıdır. Mü’minin hayatı imanının semeresidir. İman kalbe yerleşip amellere amir olan nuru Rabbanîdır. İslâm’da bütün velâyetlerin başında iman-ı billah gelir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (sav)’e bir gün, “İman nedir?” diye soruldu. Peygamber Efendimiz, “İman, seni dünyada mesut kılacak bir ahlaktır. Allah’ın haram kıldıklarından uzaklaştıracak bir takvadır. Cahillerin yapıp ettiklerinden uzak tutacak vakur bir duruştur.” (Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat, 5005) şeklinde cevap verdi. Bu cevabıyla Peygamber Efendimiz, insanı insan kılan ahlakın, takvanın, izzet ve şerefin, onurlu bir hayatın, imanın önemli bir yansıması olduğunu çağlar ötesinden dile getiriyordu.
Allah'a ve Rasûlü'ne inanmak, en kısa ifadesiyle "La ilahe illallah, Muhammedu'r-resûlullah" demek; "şirk"i her çeşidiyle terk edip "tevhid"e, Allah'ın birliğine gönül vermek, Hazreti Muhammed (sav)'i Allah'ın elçisi olarak kabullenmektir.
Allah'ın Rasûlü, örnek kulu Hazreti Muhammed (sav), Cibril’in sorusu üzerine iman esaslarını şöyle belirtmiştir: "İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kıyamet gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmandır.” (Buhârî, “İman”, 37; Müslim, “İman”, 57) En mükemmel din olan İslam'a (Bkz.Mâide, 5/3) göre iman, her işin temeli, kabul şartıdır. İmanın temeli de tek kelime ile tevhid’dir. Tevhidin zıddı "şirk"tir. Şirk ise, Kur'an ifadesiyle "en büyük zulümdür." (Bkz.Lokman, 31/13) Bağışlanması mümkün değildir. (Bkz.Nisa, 4/48, 116) Tek çare, şirki, tüm çeşitleriyle terk etmek, imana yönelmektir.
İman hakikatte bir kalp ve vicdan işi olduğuna göre; dilciler nazarında da, dinî ıstılahta da aslolan, imanın hakikatinde bulunması gereken tasdiktir. Fakat bu tasdik ve itirafın masdarı, kaynağı nedir? İmanın hakikatini teşkil eden hükümler nelerdir? Yalnız kalp midir? Yalnız dil midir? Veya her ikisi birden midir? Yoksa bu ikisine ilaveten, azalarla yapılan işler, salih ameller midir? İşte bu hususta İslâm âlimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Bundan dolayı birçok itikadi mezhep ortaya çıkmıştır.
a) Ehl-i Sünnet'ten bazılarına göre şer'î iman; Hz. Muhammed (sav)'in Allah Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak bilinen şeylerin hepsinin doğru ve gerçek olduğunu kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir. Bu tarife göre imanın; biri tasdik diğeri ikrar olmak üzere iki rüknü vardır. Ancak, bu rükünler aynı seviyede birer aslî rükün değildir. Çünkü bunlardan "kalp ile tasdik", hiçbir mazeret karşısında vazgeçilmeyen "aslî rükün"dil ile ikrar ise, dilsizlik ve ölüm tehlikesi gibi zaruri haller karşısında vazgeçilebilen ve vücubu sakıt olan "zâid rükün" dür. Aslî rükün sayılan kalp ile tasdik zail olduğu anda, o kimse imandan çıkar ve kâfir olur. Çünkü her halükârda tasdiksiz iman olmaz. Ancak ölüm tehdidi karşısında diliyle ikrar etmeyen bir kimse, kalbi samimi tasdik ve imanla dolu olduğu için imandan çıkmaz ve kâfir olmaz (Bkz.Nahl, 16/106) "Kavl-i Meşhur" olarak şöhret bulan bu mezhebi, bazı Ehl-i Sünnet Kelâmcıları, Hanefi imamlarından Şemsü'l-eimme es-Serahsî, Fahru'l-İslâm Pezdevî ve diğer Hanefi fakihleri benimsemişlerdir. Hatta İmam-ı Âzam'ın da bu görüşü tercih ettiği rivayet edilmiştir (Bkz. Fıkh-ı Ekber Aliyyu'l-Kâri Şerhi, Sh: 76-77; Şerhu'l-Makâred, II, 182, Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, Sh: 436438)
b) Ehl-i Sünnet'ten "cumhuru muhakkikîn" e göre şer'î iman; inanılması gerekenleri kalp ile tasdikten ibarettir. O halde şer'î imanın yegâne rüknü, kalb ile tasdiktir. Kalbinde böyle tereddütsüz bir tasdik bulunan kimse, gerçekte ve Hak Teâlâ indinde mümindir. Dil ile ikrar etmek ise, imanın aslî veya zâid bir rüknü, yani imandan bir cüz değildir. Fakat kalple bulunan tasdike, ancak dil ile ikrar edilmesi halinde vakıf olunabileceği, aksi halde "mü'min midir, değil midir?" bilinemeyeceğinden, dünyevî ve hukuki hükümleri tasdik edebilmek için, dil ile ikrar şart koşulmuştur. Bu esasa göre, kalbiyle gerçekten tasdik edip de, bunu diliyle ikrar etmeyenler, dünyada Müslüman sayılıp dini ahkâm kendilerine uygulanmasa bile, Allah Teâlâ katında mü'min sayılırlar. Dini nasslar bu görüşü daha fazla desteklemektedir:
"Allah işte bunların kalbine imanı yazdı." (Mücadele, 58/22);
"İman henüz kalplerine girmedi." (Hucurât, 49/14 ve Nahl, 16/106 gibi)
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız