Bir toplumun huzur, sükûn, refah ve saadeti, diğer birçok müessir yanında, evveliyatla emanet mes’ûliyetini lâyıkıyla idrak etmiş idarecilere sâhip olmasıyla mümkündür. Bu bakımdan her ferdi, istidatlarına uygun tarzda yetiştirmek ve ona lâyık olduğu mevkiyi vermek, bir cemiyetin en mühim vazifelerindendir. Aksi hâlde lâyık olmadığı mevkilere gelen kimseler sebebiyle işler fesada uğrar, maddî ve manevi hayatta çöküntü husule gelir.
İdareciler, rehberler ve önde gidenler, etraflarında menfaat mukabili kendisini alkışlayanlarla, samimi insanların telkinlerini ayırt etmeli, nefsinin hoşuna giden iltifatların girdaplarında boğulmamalıdırlar. Samimiyetsizce ve menfaat umarak kendilerini alkışlayanlara karşı âmâ, tabasbusta bulunanlara karşı da sağır davranmalı, istikâmet üzere hakkı tevzi etmekten gâfil kalmamalıdırlar.
Nasıl ki bir gülistanda gezen kişi, oradaki çiçeklerden akseden güzellikler sebebiyle daima tebessüm hâlinde olursa, toplumun önünde yürüyenler de bu hâlet-i ruhiye içinde sabırlı, mütebessim ve insanların dertlerini omuzlamaya mütehammil olmalıdırlar. Zira onlar, insanları sevk ve idarenin her şeyden önce gönül almakla, gönüllere huzur ve saadet bahşetmekle mümkün olduğunu bilmelidirler.
Allah Teâlâ, kainatı ve içindekileri insana emanet olarak amade kılmış ve bunların tasarrufu hususunda onu mes’ul tutmuştur. Servet, evlat, sıhhat, makam, mevki gibi bütün nimetler insana tevdi edilmiş emanetlerdir. İnsan, bu emanetlere titizlikle riayet etmek mecburiyetindedir. Emanetlere gereği gibi riayet edip o nimetlerin gerçek sahibi olan Allah’ın rızası istikametinde tasarrufta bulunmak, ilâhî rahmet, mağfiret ve bereketi celbetmenin en mühim vesilelerindendir.
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız