İmanın kalp ile tasdikle beraber bir de dil ile ikrar edilmesinin şart olduğu gerçeğine dikkat edersek, dilin ne kadar büyük bir nimet olduğu ortaya çıkar. Aksi istikametteki kullanılışı da ne büyük bir afet ve hüsrana dönüşeceğini göstermektedir. Gerçekten de insanoğlunun başına gelen büyük musibetlerin çoğu, aslında hep dil nimetinin yanlış kullanılmasından kaynaklanmıştır.
İnsanın olgunluğunun en bariz alâmeti, dilini kullanabilme sanatına aşina olmasıdır. Zira dil, Rabbimiz tarafından hemen her insana ihsan edilmiş ve ilâhî bir hikmet tecellisi olarak imtihan vesilesi kılınmıştır. Hikmet nazarıyla seyredildiğinde görülür ki, yersiz ve manasız konuşmaması için dilin etrafına otuz iki diş ile adeta bir hisar çevrilmiştir. Bu hâle ilâveten iki dudak da dişlerin önüne konularak sanki ikinci bir bent örülmüştür. Bütün bunlar, dilin muhafaza zaruretinin bir ihtarı mahiyetinde değil midir?
İnsandaki bütün haslet ve istidatlar, bir yönüyle nimet, diğer yönüyle afet olabilecek özelliktedir. Bunlar, insanın olgunluk seviyesine göre ortaya çıkar. Yani Cenab-ı Hak, bizlere bütün kabiliyet ve imkânları, tabiri caizse, müspet veya menfi her iki şekilde de işlemeye müsait bir “ham malzeme” olarak vermiştir. Yine insanoğluna lütfedilen her bir nimet, ayrı bir külfet ve sorumluluk yükler. Sorumluluğun derecesi, nimetler nispetindedir. Bu durumda insana düşen, sahip olduğu bütün kabiliyet ve imkânları, en doğru bir surette ve tam yerinde kullanabilme maharetini göstermek ve onları nimet hüviyetinde değerlendirebilmektir. Aksi hâlde başını afet ve musibetlerden kurtaramaz.
Bu hakikat, Allah’ın kelâm sıfatının bir tecellisi olarak insana verilmiş bulunan, en çok kullandığımız lisan kabiliyetimizde daha çok barizdir. Bir kimse, eğer onu zikir ve şükür gibi hayırlı amellere amade kılarsa bir cennet bülbülü olur; fakat yalan, hakaret ve gıybet gibi kötü fiillere âlet ederse, o zaman da bir cehennem sermayesine dönüşür.
Bu bakımdan dilin hangi şekilde ve nasıl vazife göreceği, yani bir nimet mi, yoksa bir afet mi olacağı hususu, daha ziyade kalbin kıvamına bağlıdır. Çünkü dilimiz, kalbimiz ve hissiyatımızın tercümanlığı vazifesini ifa etmektedir. Bir atasözünde “Küpte ne varsa, dışarıya o sızar.” denilmiştir. Bu sebeple kalbin durumuna göre şekillenen hayır ve şerrin en müthişi olan Rabbe yaklaşmak veya O’ndan uzaklaşmak hususunda dilin ortaya koyduğu amellerin büyük bir yeri vardır. Yani dil; terfide de, tenzilde de en müessir vâsıtadır.
İmanın kalp ile tasdikle beraber bir de dil ile ikrar edilmesinin şart olduğu gerçeğine dikkat edersek, dilin ne kadar büyük bir nimet olduğu ortaya çıkar. Aksi istikametteki kullanılışı da ne büyük bir afet ve hüsrana dönüşeceğini göstermektedir. Gerçekten de insanoğlunun başına gelen büyük musibetlerin çoğu, aslında hep dil nimetinin yanlış kullanılmasından kaynaklanmıştır. Öyle ki büyükler: “Belâ, ağızdan çıkan söze bağlıdır.” demişlerdir.
Dünya ve ahiret musibeti ahlâksızlıklardan olan kötü zan, kusur gözetleme, ayıp araştırma, hasetleşme, arkadan çekiştirme ve dargınlık gibi rezaletlerin tamamı, bir bakıma zehirli kalplerde ve özellikle de dilde toplanır. Bunlar, ferdi ve topluluğu içinden yıkan ve musibetler getiren en korkunç afetler ve tehlikelerdir.
Sayısız kötü vasıflarla afet hâline dönen bir dil, artık öldürücü bir zehir gibidir ki, hem sahibini mahveder, hem de çevresini… Hâsılı dil terbiyesi, insan hayatında en mühim eğitimlerden biridir. Çünkü afet hâlinde zehir kusan bir dili, iyi yolda kullanmak bile isteseniz, o yine zarar vericidir. Fakat nimet hâlindeki bir dil ise, her zaman feyz ü bereket kaynağıdır. Bu hakikati eskiler: “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.” diyerek ne güzel ifade etmişlerdir.
Nitekim ayet-i kerimede de buyrulur: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et!” (Nahl, 16/ 125)
Bu itibarla Hak dostları, bilhassa Allah yolunda dâvet ve tebliğde dilin nasıl kullanılacağı hususunda: “Sakın yılanların zehirli diliyle konuşma!” diye ikaz etmişlerdir.
Demek ki, insanın olgunluğunun en bariz alâmeti, dilini kullanabilme sanatına aşina olmasıdır. Zira dil, Rabbimiz tarafından hemen her insana ihsan edilmiş ve ilâhî bir hikmet tecellisi olarak imtihan vesilesi kılınmıştır. Hikmet nazarıyla seyredildiğinde görülür ki, yersiz ve manasız konuşmaması için dilin etrafına otuz iki diş ile adeta bir hisar çevrilmiştir. Bu hâle ilâveten iki dudak da dişlerin önüne konularak sanki ikinci bir bent örülmüştür. Bütün bunlar, dilin muhafaza zaruretinin bir ihtarı mahiyetinde değil midir?
Diğer taraftan “Kılıç yarası geçer, fakat dil yarası geçmez!” ifadesi ile de dildeki afete dikkat çekilmiş ve onun terbiyesine son derece itina gösterilmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Dolayısıyla dilin afetlerini çok iyi bilmeli ve onlara karşı gerekli tedbirleri almalıyız. Bu tedbirlerin başı, sükûttur.
Dilin afetleri içerisinde en başta dikkat edeceğimiz husus, hiç şüphesiz ki “gıybet”tir. Çünkü gıybet, dildeki en zehirli hançerdir.
Zararlı bir insanın kusurlarını açığa koymak suretiyle diğer insanları ondan korumak, vicdani ve insani bir zarurettir. Bu gerçekleri açıklamak da, ancak ilgili şahıslarla sınırlıdır. Kişinin icap etmeyen mahrem hâllerini ortaya koymak veya ilgili-ilgisiz herkese anlatmak, haramdır.
Yine hakkın tespit ve tevzi edildiği yerler olan mahkemelerde, adâletin tam ve eksiksiz yerine getirilmesi için, şâhitlerin, hakikati olduğu gibi nakletmesi de zaruridir. Burada da gıybet endişesi taşınmamalıdır. Bu sebepledir ki, bir kimsenin kusurundan bahsederken, bu söylenen sözlerin dini cevaz hudutları içinde olup olmadığına son derece dikkat etmek lâzımdır.
Bu istisnai hâllerin dışında insanların kusurlarını örtmek ve affetmek, her müminin şiarı olmalıdır. Bu, en mühim ahlâkî vasıflardan biridir ve insanın kemâlini gösterir. Başkalarının ayıplarını meydana koymadan önce şahsî kusurlarımızı gözden geçirmeliyiz. Her mümin düşünmelidir ki; Cenab-ı Hak, merhameti muktezası, kullarının kusurlarını örtmekte ve onlara af ve mağfiret vaat buyurmaktadır. Allah, ayıp örtenlerin nice kusurlarını örter. Ne mutlu o mümine ki, kendi ayıplarını görmekten başkalarının kusurlarını araştırmaya vakit bulamaz.
Hucurât suresindeki ayet-i kerimelerde, mümin kulların birbirlerine karşı gözetecekleri edep ve ahlâka temas edilirken bu hususta dilin muhafaza ve terbiyesinin ehemmiyetine de işaret edilmektedir:
“Ey müminler! Bir topluluk, diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da, kadınlarla alay etmesin! Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü isimdir! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zalimlerdir. Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz, diğerinizi arkasından çekiştirmesin (gıybetini etmesin). Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hâlde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul edendir; rahîm (sonsuz merhamet sahibi)dir.” (Hucurât, 49/11-12)
Ayet-i celilide: Gıybet edenler ve insanları namus ve haysiyetleri bakımından çekiştirenler, ölü bir mümin kardeşinin etini yiyenler şeklinde tasvir ve temsil olunmaktadır.
Bu Kur’ânî teşbihte pek ince ve derin nükteler vardır. Gerçekten gıybet olunan kişi, yanımızda olmadığı için, hakkında konuşulanları duyamamak ve kendisini müdafaa edememek bakımından bir ölüye, mümin olmak itibariyle de bir kardeşe benzediği açıktır. O kardeşimizin yokluğundan istifade ederek gıybet etmek suretiyle onun haysiyet ve şerefine tecavüzde bulunmak, çekiştire çekiştire onun etini yemek şeklinde bir saldırış ve canavarlığı andırır. İnsanın şeref ve haysiyeti, âdeta vücud iskeletini örten bir et gibidir. Onu ayıplarını ve kusurlarını dökmek suretiyle didiklemek, bir köpeğin herhangi bir leşi çekiştire çekiştire dişlemesinden daha caniyane ve gaddarâne değil midir?
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız