Sayı : 503   **
Ribat Dergisi Aralık 2016

İrfan Mektebi

Osman Nuri Topbaş

İnsan-ı Kamil

  • 08 Kasım 2021
  • 1066 Görüntülenme
  • 467. Sayı / 2021 Kasım



Kâmil insan, Hakk’ın aşk ve muhabbetinin tecellisi altında olduğu için mercek altında bir kâğıdın yanması gibi nefsi temayüller onda ömrünü tüketmiştir. Böylece nurani bir cazibe merkezi hâline geldiğinden diğer insanlar da gayr-i iradi olarak onu sever ve sayarlar. Ancak o, fani iltifat ve alâkaların kıskacından kendisini kurtarmış olduğundan gurur, kibir ve ucûb gibi mezmûm sıfatların girdabına düşmez. Halk içinde Hakk ile beraberdir.

 

Kâmil insanın bütün hedef ve gayesi Allah rızasıdır. Bu istikamette onun için yemeğin lezzetlisi de lezzetsizi de birdir. Keza az ile çoğun, soğuk ile sıcağın, zenginlik ile fakirliğin bir farkı kalmamıştır. Çünkü hepsi izafidir. Kâmil insan, bütün işlerinde itidal üzeredir. İbadetlerinde de en hayırlı bir yol takip eder. İnsanın kendi üzerinde Rabbinin bir ibadet ve şükür hakkı, ailesinin hakkı, nefsinin hakkı gibi birtakım mühim haklar vardır. Kâmil insan bu dengenin muhafazası içindedir.

 

 

Cenab-ı Hakk’ın ahsen-i takvim üzere yaratmış olduğunu beyan buyurduğu insanoğlu, kâinatın adeta bir özü veya tohumu gibidir. Çünkü câmiu’l-ezdâd olan Allah’ın bütün sıfatlarından az veya çok nasip almış tek varlık odur. Ve onun varlıkların en şereflisi diye vasıflandırılmasının hikmeti de budur.

Bu yüzden o, yücelerin en yücesine yükselten cemâlî sıfatlarla olduğu kadar aşağıların aşağısına düşüren menfiliklerle de muttasıftır. İnsan hayatı, bu iki kutup arasında bir noktada karar kılmayı neticelendiren ebedî bir mücadele sahnesidir. Bu gerçek, kâinattaki benzer cidâlin “insan” denilen “küçük kâinat”taki bir tecellisidir. İnsanı insan yapan asıl kahramanlık, bu mücadeleden fıtrattaki aslî cevheri koruyan bir netice hâsıl edebilmektir.

İşte insan-ı kâmil, bu suretle temayüz edenlerin müşterek adıdır.

Böyleleri, bir zarafetler meşheri ve bir sanat harikasıdır. Kâinat kitabının hulâsası, fâtihası ve yaradılış sırrının tecelli mekânıdır.

Kâmil insanın vücudu bile azalarına hâkimiyet sayesinde kalbindeki yüceliklerin bir tezahür sahnesidir. Kalbi ise, Cenab-ı Hakk’a muhabbet ve aşkının mekânı, mârifetullâh hazinesinin adeta ihtişamlı sarayıdır. Bunun için kâmil insanın kalbi, bir manada beytullah olmuştur.

Kâmil insanı hakkıyla anlayabilmek ve izah edebilmek pek zordur.

Şeyh Sâdî buyurur:

“Gönül, celil olan Allah’ın nazargâhıdır.”

Kâmil insanın sözleri hikmet ve esrâr, amelleri salihdir. Hazret-i Peygamber (sav)’in gönül ikliminden nasip almıştır. Kalbî yapısı ile bir îcâd bedîasıdır. Çünkü Hakk’a vasıl oluş ve halifetullah olma keyfiyeti kalb-i selim ile mümkündür.

Kâmil insan:

“Şeriat sözlerim, tarikat fiillerim, hakikat de hâl ve durumumdur.” hadisinden feyiz-yâb olmuştur.

Hadis-i kutside buyrulmuştur:

“Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım.”

Kâmil insan, ışığın etrafında dönen kelebekler gibi Mevlâ muhabbetiyle iradesiz hâle gelmiştir. Yani O’nun gören gözü ve işiten kulağıdır. Mukadderât, kâmil insan için olacak şeylerin en güzelidir. İlâhî manzaraların müşahedesi altında olduğu için dünyaya ait hevâ ve heves cüceleşmiştir. Fani izafetlerin hiçbir ehemmiyeti kalmamıştır.

Kâmil insan, müşahede ve seyr-i bedâyî, yani ilâhî güzellikleri temaşa hâlindedir. Âlem ve hâdiseler, onun için bir ibret akışıdır. Cereyan edip giden ilâhî tecelliler karşısında kulluk idraki ve mahviyet edebi hâlindedir.

Bunun içindir ki, kâmil insanın Hakk’a yaptığı ilticalar, umumiyetle müstecâbdır. Onun niyazları, geri çevrilmez. Fakat o, edep ve Hakk’a rızası muktezasınca kendisine ait hiçbir şey istemez. Yani dualarının içinde kendisi yoktur. Fıtratı mâye-i merhametle yoğrulduğu için gönlü bütün mahlûkatı içine alır. Kâinattaki ilâhî programın en mükemmel surette, yerli yerince olduğu ve derin bir hikmet ile mücehhez bulunduğu idraki içindedir.

Sünbül Sinan Efendi, bir gün mürîdânına sordu:

“-Şayet Cenab-ı Hakk, farz-ı muhal bu kâinatın sevk u idaresini size vermiş olsaydı, ne yapardınız?

Beklemedikleri bu değişik sual karşısında müritler, şaşırmakla beraber Hazret-i Pîr’e cevap vermeme nezaketsizliğinde bulunmamak için muhtelif mütalaalarını serdettiler. Kimi:

-Dünyada bir tek kâfir bırakmazdım!

Kimi:

-Bütün kötülükleri yok ederdim!

Kimi:

-İçki içenleri helâk ederdim! gibi devam edip giden cevaplar verdiler.

İçlerinde bir tanesi ise cevap vermeden susuyordu. Pîr’in dikkatini çekti ve ona bakarak:

-Evlâdım! Ya sen ne yapardın? dedi.

Edebinden yüzü kızaran mürit, büyük bir mahviyet içinde şeyhinin bu hususi hitabına boyun bükerek şöyle cevap verdi:

-Efendim! Allah’ın bu kâinatı sevk u idaresinde -hâşâ- bir noksanlık mı var ki, ben farklı bir şey yapabileyim? Kâinattaki ilâhî tanzim, tasavvurların ötesinde bir kudret akışı içinde devam ederken benim, aciz, kısıtlı, mahdut akıl ve irademle, bunu şöyle yapardım, bunu böyle yapardım! demek ne haddime!” dedi ve utancından gözlerini yere indirdi.

Hazret-i Pîr ise, bu kâmil cevaptan son derece memnun kaldı. Mütebessim ve nurlu çehresiyle müridini deruni nazarlarıyla süzerek oradakilere:

-İşte şimdi iş merkezini buldu! dedi.”

Bundan sonra o müridin adı Merkez Efendi olarak kaldı. Asıl ismi olan Musa Muslihiddîn unutuldu, “merkez” lafzı, kendisine sıfat oldu.

Kâmil insan, Hakk’ın aşk ve muhabbetinin tecellisi altında olduğu için mercek altında bir kağıdın yanması gibi nefsi temayüller onda ömrünü tüketmiştir. Böylece nurani bir cazibe merkezi hâline geldiğinden diğer insanlar da gayr-i iradi olarak onu sever ve sayarlar. Ancak o, fani iltifat ve alâkaların kıskacından kendisini kurtarmış olduğundan gurur, kibir ve ucûb gibi mezmûm sıfatların girdabına düşmez. Halk içinde Hakk ile beraberdir. “Tâzim li-emrillâh” (Allah’ın emirlerine hürmetle riayet) ve “Sefkat li-halkıllâh” (Allah’ın mahlûkatına şefkat) düsturunu yaşar, ancak Allah’a muhabbetinin muktezasınca zıdd-ı kâmili olan zalim ve nankör kullara asla muhabbet ve meyil göstermez. Yalnız merhameti icabı onlara da acır, hidayetlerine dua eder.

Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız

467. Sayı Kasım 2021