Sonsuz bir kudrete lâyıkıyla güvenip dayanan bir kimsenin ruhu gerçek huzura erer. Namazlarını bu şuurla, kendini vererek, Cenab-ı Hakkʼa mülâkî olurcasına bir huşu içinde kılabilen bir müminin ruhu, her türlü sıkıntının üstesinden gelebilir. Hayatın iniş-çıkışları onun ruhi muvâzenesini sarsamaz.
Eskiden vakıflar, halkın maddî sıkıntılarına; tekkeler ve dergâhlar da manevi problemlerine çare oluyordu. O müesseseler, bir tür rehabilitasyon merkezi vazifesi görüyordu. İşi bozulan, evde ailesi ile sıkıntı yaşayan, herhangi bir problemi olan oraya gidiyor, orada manen tedavi görüyordu. Dergâhın sohbetiyle, zikriyle, ruhaniyetiyle huzur bulup dönüyordu. Günümüzde maalesef bu gibi manevi teselli imkânları azaldığı için stres artıyor, insanlar saldırganlaşıyor.
Günümüz insanı, büyük bir manevi boşluk ve ruhi tatminsizlik içerisinde yaşadığından, pek çok psikolojik hastalıklarla karşı karşıya kalmaktadır. Nitekim günümüzde en çok revaçta olan klinikler de bu saha ile ilgili olanlardır.
Hâlbuki Asr-ı Saâdetʼe baktığımızda herhangi bir psikolojik rahatsızlık vakasıyla karşılaşmıyoruz; gelen rivayetlerde böyle bir kayda rastlamıyoruz. Hadis-i şeriflerde maddî hastalıklardan bahsedilip tedavisine dair bazı tavsiyeler naklediliyor. Fakat ruhi bunalımın getirdiği bir hastalık bildirilmiyor.
Zira Asr-ı Saâdet toplumunda ilâhî hakikatlerle yoğrulup olgunlaşan ruhlar, hayatın en zor şartlarına bile mukavemet edebilecek bir kuvvet, dirayet ve metanet kazanmıştı. Aşkla yaşanan imanın öğrettiği rıza, tevekkül ve teslimiyet hâli, müminleri bütün dünyevî sıkıntıları aşabilecek bir ruh kıvamına ulaştırmıştı. Bunun içindir ki mümin gönüller, fânî hayatın acı-tatlı bütün tecellilerini ilâhî bir imtihan olarak görüyor ve her hâlükârda; “Esas hayat, ahiret hayatıdır.” diyerek Cenab-ı Hakkʼa büyük bir tevekkül ve teslimiyet gösteriyorlardı.
Atâullah el-İskenderîʼnin şu niyazı, bu hâlet-i rûhiyeyi ne güzel hulâsa eder:
“Yâ Rabbi! Senʼi bulan neyi kaybetti; Senʼi kaybeden neyi buldu?!”
Roma sirklerinde aslanlara parçalatılan ilk Îsevîler, büyük ateş çukurlarına atılan Ashâb-ı Uhdûd, kolları ve ayakları çaprazlama kesilip hurma dallarına asılan Firavunʼun sihirbazları da Allahʼa tevekkül ediyor, güçlerini Allahʼtan alarak canları pahasına imanlarını koruma mücadelesi veriyorlardı.
İşte dünya ve ahirette huzur ve saadetin özü, gücünü Allahʼtan alabilmenin yoluna girebilmektir. Bilhassa gençliğin en büyük meziyeti, bu iman kuvveti olmalı ki, önündeki yollar açılsın. Günde beş vakit kıldığımız namazların her rekâtında tekrar ettiğimiz; “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senʼden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/5) ayetinin muhtevasına girebilen bir insanın gözünde, bütün dünya kederleri küçülecektir.
Cemil Meriçʼin güzel bir tabiri var: “Namaz, psikiyatrik bir tedavidir. Çünkü namaz kılan, kendini yalnız hissetmez. O en büyük güce bağlıdır. O gücün inayeti içindedir. Namazı huşu içinde kılan bir toplumda psikiyatrik hastalık olmaz.” der.
Gerçekten de namazını tâdil-i erkân ile kılabilen bir insanın ruhi rahatsızlıklara uğraması düşünülemez. Zira namaz, kulun sonsuz kudrete hâlini ve muhtaçlığını arz ederek Oʼna sığınması ve Oʼndan yardım dilemesidir. Sonsuz bir kudrete lâyıkıyla güvenip dayanan bir kimsenin ruhu gerçek huzura erer. Namazlarını bu şuurla, kendini vererek, Cenab-ı Hakkʼa mülâkî olurcasına bir huşu içinde kılabilen bir müminin ruhu, her türlü sıkıntının üstesinden gelebilir. Hayatın iniş-çıkışları onun ruhi muvâzenesini sarsamaz. Bu sebeple namaza son derece dikkat etmemiz, ona vakit ayırmamız, namazı mecbûretiyet bertaraf eder gibi aralara sıkıştırmamamız, bilâkis hayatımızda namazın alanını genişletmemiz icap eder. Namazdan sonra bile Hakkʼın huzurunda olduğumuz şuurunu sürekli kalbimizde taşımamız gerekir.
Cenab-ı Hak namaz üzerinde çok duruyor. Müminler için; “Namazı huşu ile muhafaza ederek ve daimi olarak kılarlar.” (Müminun, 23/2,9) buyuruyor. Yine böyle bir namazın -Kurʼanî ifadeyle- “fahşâ ve münker”den, yani edepsizlik, hayâsızlık ve günahlardan koruyacağını bildiriyor.
Yine Cenab-ı Hak daima kendisine dua ve iltica hâlinde bulunmamızı istiyor. Furkan Sûresiʼnin son ayetinde; “(Rasûlüm!) De ki: (Kulluk ve) duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?..” (Furkan, 25/77) buyuruyor. Onun için dua çok mühimdir. Daima dua halinde olmalıyız. Yegâne sığınak, barınak ve dayanağın Cenab-ı Hak olduğunu unutmamalıyız.
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız