Sümeyra… Evinin her köşesine burcu burcu hane-i saadetin kokusunu taşıyan annemiz. Sofrasına şebnem şebnem dualar düşüren annemiz. Adının Türkçedeki karşılığı;” meyve çağlası”; kendi yüreğindeki taptaze sevgisi ile çocuklarının gönüllerinde olgunlaşan annemiz.
Kalemle, kâğıtla öğrenilmeyen şeyleri kalemle, kâğıtla anlatmak çok zordur… Yüzyıllardır “aşk” kalemin ucunda sivriltilerek, kâğıtları kanatmış, binlerce kez satırlara yatırılıp sadırlara akıtılmaya çalışılmıştır. Hemen herkes aşk okurluğu yapmış, aşktan bahseden cümlelerin muhatabı olmuştur. Çoğu zaman bu görevi yüklenen kalemler de eleştirilmiş; aşkın özüne söz ile ulaşılıp ulaşılmayacağı ötelerden beri tartışma konusu olmuştur. Buna rağmen kimse, tarife tanıma gelmeyen o “ilahi lütfü” kelimelerle resmetmekten vazgeçememiştir. Bunun için de bir çözüm üretilmiştir aslında; aşkı anlatmak yerine âşıklar anlaşılmaya çalışılacaktır. Kendilerine aşk verilenlerin hikâyeleri düşecektir sayfalara ve böylelikle mahrumlar maşuklara yaklaştırılacaktır.
Peki ya “aşk” ne kadar eskidir? Ne kadar geriye gitmek gerekir? İlk hikâye kimindir? Velhasıl sevmeyi kimden öğrenmek gerekir? Bütün bu soruların cevabı için -öyle sanıyoruz ki- Aşkın Yaratıcısı’nın “habibi/sevgilim” dediğine bakmak yeterli olacaktır. Evet, sevdayı saadet asrından öğrenebiliriz ancak. Çünkü iki cihan serveri Efendimiz (sav) ve O’nun güzide ashâbı “Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” (Bkz.Maide, 5/54) ilahi mesajının muhatabı olarak aşklarını Kur’an ayetleriyle kayıt altına almışlardır. Öyleyse aşkı anlatmak, âşıkları yazmak isteyen kalemlerin, asr-ı saâdeti ve ashâb-ı kiramı taşıması gerekir sayfalarına. Biz de şimdi bu niyetle oynatıyoruz kalemlerimizi; tarihteki binlercesinin içine bir yenisini daha ekliyoruz usulca. Fakat küçük bir ayrıntı düşüyor yazımıza; aşkı, sevdayı, muhabbeti saadet asrının hanelerinde arıyoruz. Bir başka deyişle o hanelerdeki aşka çeviriyoruz rotamızı; “aşkın ev halini” öğrenmek için “aile” diyoruz, yuvalarımızı peygamber sevdasıyla nasıl donatabileceğimizi sahâbi efendilerimizden öğreniyoruz.
Ve şimdi bir kapı çıkıyor önümüze; asıl adı Afra binti Ubeyd olan Sümeyra validemizin hanesinin kapısı. Bu hanenin yiğit annesi Sümeyra validemiz, Haris b. Rifaa ile evli olup ensardandır. Bu evlilikten Avf, Muaz ve Muavviz isimli üç oğlu olmuştur. Sümeyra validemizin kendisi gibi yiğit olan bu çocuklarının peygambere olan sevdalarını öğrendiğimizde, onların isimlerini hiç bir zaman hafızalarımızdan silemeyeceğiz.
Pek çok Medineli gibi Sümeyra validemiz de Hz. Mus’ab b. Ümeyr’in vesilesi ile imanla tanışır. Daha Efendimizi görmeden kalbini O’nun sevgisiyle doldurur. İman etmesinin üzerinden yaklaşık bir yıl geçince Yesrib Kutlu Nebinin ayak izleriyle tanışır ve artık “Medine” olma yoluna girer. Hicretin gerçekleştiği o günler pek çok Medineli gibi Sümeyra validemiz tarafından da bir düğün, bir bayram olarak karşılanır.
Sümeyra validemizin o günlerde bir derdi vardır; kendisi Medineli olduğu için Efendimizin on üç yıllık Mekke hayatını bilmez. En sevdiğini daha çok tanıyabilmek için, marifetini arttırdıkça muhabbetinin artacağını bildiği için bir karar verir. Mekkeli hanımların evlerine gidecek onların temizlik, çamaşır, bulaşık gibi ev işlerini görecek ve bunun karşılığında Efendimizin Mekke hayatını öğrenecektir. Ne güzel bir çaba, ne güzel bir gayret! Elbette ki bunu yalnızca kendisi için istemez; O bir annedir, Müslüman bir anne. Bu yüzden çocuklarına peygamber hayatını öğreterek O’nun sevgisini onlara aşılayabilmek için işe kendinden başlar.
Muhacir hanımlara bu teklifini sunduğunda kabul ederler ve böylece Sümeyra validemiz her gün erken saatlerde Mekkeli hanımların evlerine giderek onların hizmetlerini görür, ücreti yerine de Efendimizin Mekke hayatına dair bilgileri alır. Sırada o bilgileri ev halkıyla paylaşmak vardır, bir şekilde o bilgiler çocuklara öğretilmelidir. Sümeyra validemiz burada da “İslam’ın annesi” nasıl olunur en güzel biçimde göstererek bize bir ders verir; eve geldiğinde öğrendiklerini çocuklara vaaz verir gibi aktarmaz bilakis o bilgileri hayatın günlük seyri içinde eriterek usul usul öğretir. O ailede “siyer” çocukların garipseyeceği farklı, değişik bir ders gibi değildir; aksine tüm doğallığıyla bir yaşam standardıdır. O anlatılan siyerle yalnızca “peygamberin nasıl yaşadığı” öğretilmez bizim de O’nun ümmeti olarak “nasıl yaşayacağımız” öğretilir.
Bunun için, “sofraları” seçer Sümeyra validemiz. Çünkü o çok iyi bilir ki “evin sofrası, evin suffasıdır.” Suffa; Efendimizin nice âlim, şehit, yiğit yetiştirdiği Medine’deki mektebin adıdır. İşte o mektebin evlerdeki şubeleri sofralardır sahâbenin hayatlarında. Sümeyra validemizin sofrası da böyledir; baba helal kazanç ile midenin rızkını getirmiştir o sofraya anne ise peygamberî usûl olan “sohbet” ile gönüllerin rızkını.. Böylece o sofradan yiyen evlatlar hem maddi hem de manevi olarak doyacaklardır.
Sahâbenin Peygamberden öğrendiği bu geleneği Anadolu’daki annelerimiz de sahâbeden öğrenerek devam ettirmiştir aslında. İslamla yoğrulan topraklarda bir insanın İslam üzere yaşayıp yaşamadığı sofrasından ve yeme adabından kolayca anlaşılırdı. Mesela eskiler çorbaya “yürek yağmuru” derlermiş; sanki Anadolu insanının naifliğidir tencerede tüten. Sonra o çorba hep sağa doğru karıştırılır, tarifi sorulduğunda üç tutam ihlâs bir kaşık fatiha denir latifeli… Ve yine ayetlerle mayalanır ekmekler, bilhassa yokluk zamanlarında “tahiyyat” mutfakların bereketidir. Böyle ayetlerle pişen yiyeceklerin olduğu sofraya şimdi de ayetler inmeye başlar birer birer; sohbetler edilir Efendimizden ve O’nun mübarek yol arkadaşlarından bahsedilir, menkıbeler anlatılır, “risaletin davası” bir daha kaybedilmemek üzere nakşedilir gönüllere. Böyle yetiştirir anneler evlatlarını böyle yetişir o annelerin evlatları…
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız