Dua tekrarlandıkça deruni duyuşlar olarak müminin ruhuna nakşolur, şahsiyetine karışıp onun bir hususiyeti hâline gelir. Bu sebepledir ki yüksek ruhlar, devamlı dua hâlinde yaşarlar. Zira onların kalpleri, duaya sarılmanın ehemmiyetine dair şu ayet-i kerimedeki ilâhî ikaz ile ürperiş hâlindedir: Cenab-ı Hak buyurur: “(Rasûlüm!) De ki: Sizin kulluk, dua ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? (Ne kıymetiniz var?)…” (Furkan, 25/77)
Bir insan, zihnine takılan ve kendince makbul olan bir şeyi istediği zaman onun kendi hakkında hayır veya şer olacağı hususunda yanılabilir. Çünkü bazı oluşlarda zahir lütuf, bâtın kahır olabilir. Meselâ Allah’ın bir insana evlat vermesi ilk nazarda büyük bir lütuftur. Para ve mevki de böyledir. Lâkin bunların neticede bir kahra veya bir şerre dönüşmesi her zaman muhtemeldir. Evlattan fitne; para, mal ve mevkiden azgınlık tecelli edebilir.
İnsanoğlu, hayatın inişli ve yokuşlu yollarında bazen hoşuna giden, bazen de kendisini içten içe yıpratan hâdiselerle karşılaşır. Neşe ve mutluluk veren olaylar, onu minnet ve şükran hislerine yönelttiği gibi; üzüntü, musibet ve keder anları da yürek darlığı, gönül yorgunluğu ve yalnızlığa sevk eder.
Hayatın bu iki farklı yüzü, imanda derinleşme gayreti içinde olan kulların Allah’a yaklaşmalarını kolaylaştıran bir tesir icra eder. Zira kul, mutluluk zamanlarında şükrederek, musibet ve sıkıntı demlerinde de sabır ve iltica ederek her iki imtihanı da yüz akıyla geçer. Burada bahsi geçen şükrün de, ilticanın da temeli duadır.
Dua, insanın kâinatı yoktan var eden ve her şeye hükmü geçen Allah Teâlâ’ya sığınması, O’na yalvarıp yakarması; kendi acz, eksiklik ve zayıflığını itirafıdır. Gerçekten kâinattaki bütün hâdiseler, Allah-ü Teâlâ’nın ezelî ilmiyle takdir buyurduğu bir kadere bağlıdır. Onun ilmi haricinde iyi-kötü hiçbir şey gerçekleşmeyeceği gibi, hiçbir güç O’nun irade ve kudretine rağmen insanlar ve olaylar üzerinde söz sahibi değildir. Dolayısıyla bu büyük kudret karşısında, insanoğlu sadece acz ve kulluk mevkiindedir.
Bu acz ve kulluğun en güzel ifadesi, duadır. Zira dua; gurur, kibir, ucub ve benliği, Hakk’ın kapısında terk etmektir. İnsanın haddini bilmesi, acizliğini ve faniliğini itiraf etmesidir.
Dua, dinin aslı, ibadetin özü, ruhu ve esasıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz:
“Dua, ibadettir. İbadetin iliği ve özüdür. Allah katında O’na dua etmekten daha kıymetli bir şey olamaz. Allah, kendisinden bir şey istemeyeni (yani dua etmekten gafil kalanı) azaba uğratır. Sıkıntı ve darlık zamanında duasının kabul olmasını isteyen kimse, bolluk ve rahatlık zamanında da duayı bol yapsın. Rabbiniz Hayy ü Kerîm’dir; bir kul elini açınca onu boş bırakmaz. Kime ki dua kapıları açılmıştır, ona hikmet kapıları açılmış demektir. Dua, rahmet kapılarının anahtarı, müminin silâhı, dinin direği, göklerin ve yeryüzünün nurudur.” (Rûdânî, Cem‘u’l-Fevâid, 9219-20-21-22-25) buyurmuşlardır.
Çünkü duada acz, kulluk, tevazu, teslimiyet, tövbe ve itiraf, boyun bükme, hamd, tesbih, tevhid, tekbir, taat ve benzeri bir çok bedenî ve kalbî ibadet gizlidir. Dua, kalbde Allah’a açılan en yüce kapının anahtarıdır.
Diğer taraftan Cenab-ı Hak:
“Bana dua ediniz, size icabet edeyim” (Mümin, 40/60) buyurmaktadır.
Bu sebeple insanlığa rahmet olarak gönderilen bütün peygamberler ve Hak dostları; darlıkta ve bollukta, ıstırapta ve sürurda, gönüllerini daima Hak Teâlâ’ya döndürmüşler ve bir niyaz ikliminde yaşamışlardır. Onların, bu dua ve niyaza hasredilmiş ömürleri, dua hâlinin bir müminin ruhunda nasıl sürekli kılınacağını gösterir.
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız