Mümin açısından dünya hayatı, hangimizin daha güzel amel yaptığının denendiği bir imtihan alanıdır. İmtihanın anlamlı olabilmesi için iyi de olmalı kötü de olmalı, sevap da olmalı günah da olmalıdır. Çünkü insana, olup biteni kavramak için akıl, iki şey arasında özgür bir şekilde seçim yapabilmesi için irade verilmiştir. Bu da yetmemiş, iyi ve kötüyü, sevap ve günahı, cennet ve cehennemi anlatmak için kitap indirilmiş ve peygamberler gönderilmiştir.
Biz fanilere göre çocuk ve genç yaşta ölümler acıdır. Rabbim kimseye evlat acısı göstermesin. Belki de Yüce Allah çocuk ve gençleri aramızdan alarak günahlara batmasın diye lütufta bulunmuş olabilir. Bir başka açıdan çocuklara ve gençlere dönük meydana gelen kötülük olaylarının sorumlusu Yüce Allah değil, irade, vicdan, insaf ve seçme özgürlüğü verilen ve imtihana tabi tutulan insanın kendisidir.
“Genç veya çocuk yaşta ölen ile her şeyi yaşamış, günahlara batmış bir vaziyette ölen yaşlı kişinin durumu İlahi adalet açısından ahirette nasıl tecelli edecektir?”
Adalet; her türlü sapmanın ve haksızlığın karşıtı olup, bir şeyi ait olduğu yere koymak, hakkını vermek, eşit ve denk yapmak anlamlarına gelir. Bu anlamda adalet kelimesi; insaf, haklılık, ölçülülük, söz ve eylemde doğruluk manalarını kapsayan bir denkleştirmedir. (Bkz.İsfehânî, el-Müfredât, s. 487) Adalet, “hak” kavramıyla da alakalı olup “hak edene hak ettiğinin verilmesi” ya da “haksızlık yapılmaması” demektir. Mizan ve mülk, adaletle kaimdir. Bu manada Yüce Allah, âdil-i mutlaktır. O’nun eylemlerinde zulüm yoktur. Zulmün fâili, insandır.
Adalet konusuna temas ettikten sonra şimdi de gelelim, çocuk ya da genç yaşta ölenlerle günahkar olarak yaşlılıkta ölenlerin ilahi adalet açısından durumunu izah etmeye. Bu mesele eskiden beri itikadın tarihinde salah/aslah tartışmalarına sebep olan bir meseledir. “Düzelmek, sağlam ve doğru olmak, bozukluk kendinden gitmek” anlamındaki salâh kökünden türemiş olan aslâh¸ “kullar hakkında en uygun, en faydalı, en elverişli ve en iyi olan şey” demektir. (Bkz.Cevherî, İsmail İbnHammâd, es-Sıhâh, Beyrut, 1979, I, 388) Mu’tezile’ye göre Allah, salâhı yapmaya mecburdur ve insanı hayırda tutmak zorundadır. Kul için en uygun ve en faydalı olan şeyi yapmak, O’na vaciptir. İlahi adalet de bunu gerektirir. (Bkz.KâdîAbdülcabbâr, MuhtasaruUsûli’d-dîn, Resâilu’l-adlve’t-tevhid içinde, nşr. M. Ammâre, Kahire, 1971, s. 204)
Salâh ve aslâh konusunda Mâtürîdî ve Eş’arîler, Mu’tezile’nin, “insanlar için salâh ve aslâha riayet etmek Allah’a vaciptir” görüşüne karşı çıkmışlardır. “Zorunluluk” kavramını İlahi fiillerle ilintilemenin ulûhiyet makamıyla bağdaşmayacağını iddia etmişlerdir. Çünkü ulûhiyet vücûb kabul etmez. Yüce Allah, fâil-i muhtar olup, herhangi bir fiili işlemek, hiçbir şekilde O’na zorunlu değildir. Allah, kulları hakkında dilediğini yapar. Yaptıklarından da kimseye hesap vermez. Dolayısıyla, yaratılmış bir varlığın Yaratan hakkında emredici ve nefyedici bir dil kullanması muhaldir. (Bkz.Neşşâr, Ali Sami, Neş’etü’l-Fikr, İskenderiye, 1965, I, 343, 464)
Mâtürîdîlere göre, kulların bütün fiilleri Allah tarafından yaratılmıştır. Bu bağlamda herkes için kısa ya da uzun ömür tayin eden Yüce Allah’tır. Kullar için en uygun olanı yaratmak Allah’a vacip değildir. Elbette İlahi fiillerde bir hikmet ve kullar için bir maslahat vardır. Ama İlahi fillerde zorunluluk yoktur. İnsan için en uygun olanı yaratmak Allah üzerine vaciptir, demek, Allah’ın kudret alanını sınırlandırmak manasına gelir. (Bkz.en-Nesefî, Ebu’l-Muîn, et-Temhîd, Kahire, 1986, s. 339) Allah, dilediğini yaratır, dilediğini bırakır. Kul için uygun olanı değil, uygun olmayanı da yaratabilir. Allah’ın bu yönlerde iradesini göstermesiyle birlikte, kulun hak ettiği bir hak engellenmiş olmaz.
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız