Dünya hayatımız acısıyla tatlısıyla, hüznüyle neşesiyle bir bütündür. Yaşadığımız acılar, karşılaştığımız meşakkatler, varoluşumuzun bir gereğidir. Bizi sıkıntıya sokan, acı veren hadiseler, sadece günahların cezası veya Rabbimizin gazabının tecellisi değildir. Muhatap olduğumuz acı tecrübeler, Cenab-ı Hakkın rahmetinin tecellisi de olabilir. Biz biliriz ki bazı ilaçlar acıdır ama şifa vesilesidir. Bazı tedaviler elem verir ama neticesi selamettir.
Ölçüde tartıda hile denilince; aklımıza sadece bakkal terazisi, manifaturacı mezurası gelmemelidir. Demirin, betonun, kumun, tuğlanın da bir ölçüsü vardır. Birinci, ikinci, üçüncü kalitesi vardır. Malzemeden çalarak, mimarlık ve mühendislik bilgilerini, zemin etütlerini ihmal ederek bina dikenler de; kendi suçlarını Allah'a yükleyerek, haşa Allah'ı katil ilan ederek veya toplumsal ahlaki zaafları, günahları sebep olarak göstererek kendi mükellefiyetlerinden ve sorumluluklarından sıyrılamayacaklardır.
Asrın felaketi olarak isimlendirilen ve dokuz saat arayla gerçekleşen iki büyük depremi, birbirine çok yakın merkezlerde (Kahramanmaraş Pazarcık ve Elbistan) yaşadık. Kırk binin üzerinde kardeşimiz dâr-ı bekâya irtihal etti. Yüz binden fazla insanımız yaralandı. Bu iki deprem üzerinden on beş gün geçmişti ki meydana gelen üçüncü büyük bir depremle(Hatay Defne) bir kez daha sarsıldık.
Devlet ve milletimizin depremden sonra gösterdiği birlik, beraberlik ve dayanışma ruhu, kenetlenme refleksi, yaralarımızı sarma noktasında bize büyük bir güç verdi. Kardeşlik şuurumuz, yardımlaşma bilincimiz yeniden ve güçlü bir biçimde canlandı. Bizim imanımız bize korkuya, ümitsizliğe ve tedirginliğe yer olmadığını söylüyor. Çünkü biz, O'nun bilgisi dışında bir yaprağın bile düşmediği, her şeye ilmi ve kudretiyle hükmeden bir Allah'a inanıyoruz. Biz biliyoruz ki; tüm kâinat Allah'ın iradesinde, idaresinde ve kontrolündedir. Onun için tedirginlik duymamıza, psikolojimizin bozulmasına gerek yok. Depremde kaybettiğimiz canlarımızın da şehit sevabı kazanacaklarına inanıyoruz. Yaralılarımızın çektiği elem ve ızdıraplarda kendilerine keffaret, merhamet ve mükâfat vesilesidir.
Dünya hayatımız acısıyla tatlısıyla, hüznüyle neşesiyle bir bütündür. Yaşadığımız acılar, karşılaştığımız meşakkatler, varoluşumuzun bir gereğidir. Bizi sıkıntıya sokan, acı veren hadiseler, sadece günahların cezası veya Rabbimizin gazabının tecellisi değildir. Muhatap olduğumuz acı tecrübeler, Cenab-ı Hakkın rahmetinin tecellisi de olabilir. Biz biliriz ki bazı ilaçlar acıdır ama şifa vesilesidir. Bazı tedaviler elem verir ama neticesi selamettir. Bizler, Allah'ın takdirinin bütün planların üzerinde olduğuna inanıyoruz. Ancak biz kaderimizi bilmediğimizden dolayı tedbir almakla mükellefiz. Tedbirimizi aldıktan, üzerimize düşen mükellefiyeti yerine getirdikten sonra, takdire razı olma, Allah'ın gücüne dayanıp güvenme bize metanet verir. Yaşadığımız bir hadise, başımıza gelen acı tecrübeler, bizi pozitif manada geliştirmiyor ve üzerine düşünüp, yeni bir yol haritası belirlememizi sağlamıyorsa ibret alınmamış demektir ve tarih tekerrür etmeye devam edecektir.
Depremden sonra konuşulanları değerlendirdiğimizde, ifrat ve tefrit noktasında bir takım aşırı yorumlarla, sonuçsuz tartışmalar yapıldığını görüyoruz. Bir kısmı seküler, pozitivist, materyalist bir zihin yapısıyla depremi tamamen bilimsellikle! izah ederek, ölüm nedenlerinin de hükümetin, devletin, müteahhitlerin suçu olduğunu, binalar yapılırken jeoloji, mühendislik, mimarlık bilgilerine değer verilmediğini dolayısıyla bilimin yok sayıldığını ifade ediyorlar. Haşa Allah'ı değerlendirme dışı bırakarak, yok sayıyorlar. Diğer uçtakiler ise depremin işlenen günahlar sebebiyle olduğunu ve ne yaparsak yapalım depreme(ölümlere) engel olamayacağımızı, kaderden kaçamayacağımızı söyleyerek, tabiri caizse sorumluluğu tamamen Allah'a yükleyerek kaderci bir anlayışla insanların sorumluluğunu görmezden geliyorlar. Konuşulması gereken depreme engel olmak meselesi değil zaten. Nasrettin Hocamızın yaklaşımıyla hırsızın suçunun olup olmadığı... Bir taraf Allah'ı devre dışı bırakırken, diğer tarafın insan sorumluluğunu devre dışı bıraktığına veya depremin sadece insanın manevi günahlarının neticesinde olduğunu söyleyerek, ölümlerin sorumluluğunu da Allah’a havale ediyorlar. İnsana; içki, kumar, zina, faiz, gibi fiiller haram olduğu gibi; hile yapmak, aldatmak, yaptığı işi sağlam yapmamak, hakkını vererek yapmamak, ölçüde tartıda hile yapmak, yalan söylemek, malzemeden çalmak, rüşvetle imar planını değiştirmek veya deprem kuşağında rant için yüksek katlara imar izni vermek, kentsel dönüşümü engellemek gibi insani ve ahlâkî davranışlarda haramdır. Bunlar da kulların hakkını ihlâldir.
Coğrafya üzerinde yaşayan insanların birtakım haram ve günahları fütursuzca işlemesinin depremin meydana gelme nedeni olacağı, yani gayretullaha dokunarak depreme sebep olacağı ile ilgili yaklaşımlar, İslam itikadı açısından isabetli yaklaşımlar değildir. Şayet bu şekilde bir sebep-sonuç ilişkisi kurulmasını doğru kabul edecek olursak bu değerlendirmeye binaen, müşrik toplumlarda sürekli depremler olması gerekirdi. Çünkü "Şirk en büyük zulümdür!" Ve günah işlemeyen ya da az günah işleyen toplumlarda hiç depremin olmaması gerekirdi.
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız