Sayı : 504   **
Ribat Dergisi Aralık 2016

Fıkıh Köşesi

Fahri Altunkaynak

Fıkıh Köşesi

  • 01 Aralık 2023
  • 215 Görüntülenme
  • 492. Sayı / 2023 Aralık



İslâm dini, Hz. Peygamber (sav)’den sonra herhangi bir kimsenin veya grubun Allah tarafından seçildiği ve görevlendirildiği iddiasını benimsemez. Aksine dinimiz iyilik yolunda insanlığa önder ve örnek olmayı hak eden Müslümanları ve onların başlıca niteliklerini ortaya koymakta, bunun dışındaki her türlü dışlayıcı yaklaşımı reddetmektedir.

 

Muskadan medet umma, onu koruyucu olarak algılama, Allah’tan beklenilecek şeyleri muskadan bekleme gibi olumsuzluklara sebep olacaksa muska kullanılması caiz değildir. Bu bağlamda insanların duygularını istismar edenlere karşı da uyanık olunmalıdır.

 

 

1. “Âhir Zaman” ne demektir? Biz âhir zamanda mı yaşıyoruz?

“Âhir zaman”, dünya hayatının kıyamet kopmadan önceki son dilimi anlamında kullanılan bir kavramdır. İslâm inancına göre, âlemin başlangıcı olduğu gibi sonu da vardır. Ancak bu sonun ne zaman gerçekleşeceğini bilmek insanın bilgisi dışındadır. İnsanın ömrü gibi âlemin ömrünü belirleme hususundaki bilgi de Cenb-ı Hakk’a aittir. Kur’an-ı Kerîm’de bu gerçek şöyle dile getirilmektedir: “Kıyametin ne zaman kopacağını sana sorarlar. De ki: Onun bilgisi sadece Rabbimin nezdindedir. Onun vaktini kendisinden başka kimse açıklayamaz...” (A‘râf, 7/187); “Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek, ancak Allah’a aittir.” (Lokmân, 31/34) Diğer taraftan Hz. Peygamber (sav)’den sonra elçi gönderilmeyeceği için ona “âhir zaman peygamberi”, ümmetine de “âhir zaman ümmeti” denmiştir. Bu anlamda biz âhir zamanda yaşamaktayız.

 

 

2. Ölümü temenni etmek caiz midir?

Bir mümin ne kadar sıkıntı çekerse çeksin ölümü temenni etmemelidir. Çünkü sıkıntılar da ilâhî imtihanın bir gereği olup sabreden insanlar büyük ecir kazanırlar. Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Sizden hiçbiriniz başına gelen bir sıkıntıdan ötürü ölümü asla temenni etmesin. Şayet ölümü istercesine olağanüstü bir darlık içinde kalırsa, o zaman şöyle desin: Allah’ım! Benim için yaşamak hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, benim için ölüm hayırlı olduğu vakit de beni öldür.” (Buhârî, “De‘avât”, 30 [6351]; “Merdâ”, 19 [5671]; “De‘avât”, 30 [6351]; Müslim, “Zikir”, 10 [2680])

 

3. Ölünün arkasından ağlamak ve yas tutmak caiz midir?

Ölüm sebebiyle bir insanın üzülmesi, hüzünlenmesi, kederli bir hâl alması normaldir. Hatta acısını açığa vurup sessizce ağlaması ve gözyaşı dökmesinde bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber (sav) de oğlu İbrahim’in, kızının ve kızının çocuğunun vefatlarında gözlerinden yaşlar akıtarak sessizce ağlamıştır (Buhârî, “Cenâiz”, 32, 43 [1284, 1303]) Bunun yanında Allah’ın takdirine karşı çıkmanın ve cahiliye döneminde olduğu gibi yaka-paça yırtarak ağlamanın doğru olmadığını da beyan etmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in (sav)küçükken vefat eden oğlu İbrahim’in ardından “…göz ağlar, kalp üzülür, fakat Rabbimizin razı olmayacağı söz söylemeyiz” (Buhârî, “Cenâiz”, 43 [1303]) buyurması, bu konuda müminler için bir örneklik teşkil eder.

 

4. Bela ve musibetler kader midir?

Bela ve musibetleri üç grupta değerlendirmek gerekir:

a) İnsan iradesinin söz konusu olmadığı bela ve musibetler (doğal afetler gibi).

b)İnsan iradesinin kısmen söz konusu olduğu bela ve musibetler (kısmen kabahatli olunan trafik kazaları gibi).

c) İnsan iradesinin söz konusu olduğu bela ve musibetler (alkollü araç kullanarak sebebiyet verilen kazalar, dikkatsizlik ve tedbirsizlik sonucu maruz kalınan hastalıklar gibi).

Bu sayılanların hepsi Allah’ın takdiri iledir. Mümine düşen ise, kaderini bilmediğinden dolayı her çeşit bela ve musibete karşı tedbir almak, bunlara maruz kalınması durumunda ise sabredip kadere inanarak teslimiyet göstermektir. Bu teslimiyet, ihmal, kusur veya kasıtlı olarak gerçekleşen ve hak ihlallerine yol açan durumlarda sorumlulukların cezasız bırakılmasına rıza gösterilmesi anlamına gelmez. Şunu unutmamak gerekir ki Allah sonsuz rahmet ve inayet sahibidir. Dolayısıyla musibete maruz kalan bir kimseyi, sabretmesi kaydıyla büyük mükâfatlara nail kılacaktır. Ayrıca Allah insanları imtihan ettiği için, dilerse birtakım bela ve musibetler verebilir. Nitekim Hz. Peygamber (sav)’in haber verdiğine göre tarih boyunca en büyük sıkıntılara peygamberler ve salih insanlar maruz kalmıştır. (Bkz.Ahmed b. Hanbel, el-Musned, I, 173) İnsanlar bu durumda kulluklarının gerektirdiği tutum içinde olmalıdırlar.

 

5. Müslüman olduğu bilinen bir kimseyi tekfir etmenin hükmü nedir?

Tekfir, Müslüman olduğu bilinen bir kimsenin kâfir olduğuna hükmetmektir. Kur’an ve Hz. Peygamber (sav), bireylere Müslüman olduğu bilinen hiç kimseyi tekfir etme yetkisi vermemiştir. Nitekim ayet-i kerimede “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, sen mümin değilsin, demeyin…” (Nisâ, 4/94) buyrulmaktadır.

Ayrıca bir hadis-i şerifte Kelime-i Tevhid’i söyleyenlerin ve kıbleye yönelip namaz kılanların Müslüman kabul edileceği, Allah (cc) ve Rasûlü’nün (sav)koruması altında olacağı ifade edilmektedir. (Bkz. Buhârî, “Salât”, 28 [391]) İslâm tarihinde tekfir söylemiyle ilk defa ortaya çıkan fırka, Hâricîlerdir. Nitekim bu grup, Hz. Ali (ra) başta olmak üzere pek çok sahâbîyi kâfir olmakla itham etmişlerdir. (Bkz.Eş’arî, el-İbâne, 2/337) Günümüzde de bazı kişi ve gruplar, kendilerine muhalif olarak gördükleri herkesi ve zümreyi tekfir eden bir tutuma sahiptirler.

Tekfir konusunda İslâm’ın temel yaklaşımı, kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir kişiyi küfre nispet etmemektir. Nitekim Kur’an ve sünneti anlama ve uygulama bakımından Hz. Peygamber (sav) ve sahabenin yolundan yürüyen, İslâm’ın ana bünyesi olan Ehl-i Sünnet’e göre Ehl-i Kıble tekfir edilemez. Bir kimseye Müslüman isminin verilmesi, onun Ehl-i Kıble oluşu ve Kelime-i Tevhid’i tasdik etmesiyle ilgilidir. Yani “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullah” düsturunu benimseyen ve dile getiren herkes mümindir. Bu kimse, dinin emir ve yasakları konusunda ihmalkâr davransa da İslâm dışında görülemez ve küfürle itham edilemez.

Tekfir meselesinde öncelikle dikkate alınması gereken esaslardan biri şudur: Bir fiil veya sözün “küfür” kapsamına girmesiyle, bu tür fiilleri işleyen veya sözleri söyleyen kimse hakkında “kâfir” hükmü verilmesi aynı şey değildir. Bu bağlamda bazı kaynaklarda yer alan “şu fiil/söz küfrü gerektirir” gibi ifadeler, belli bir şahsı nitelemek için değil, yapılan fiili vasfetmek ve bundan sakındırmak içindir. Dolayısıyla kişinin, dinin zorunlu olarak bilinen esaslarından birisini veya birkaçını inkâr ettiğini kendi irade ve rızasıyla açıkça beyan etmedikçe kâfir olduğuna hükmedilemez. Zira küfre götüren söz ya da davranışların bir kimsede hata ve cehalet gibi sebeplerle görülmesi, söz konusu kişiyi dinden çıkarmaz.

Tekfirle ilgili dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de tevil konusudur. Kur’an ayetlerine getirilen yorum ve tevil, tüm eksikliklerden münezzeh olan Allah’tan başka bir ilâhın varlığını kabul etme, Allah’ın bazı insanların şahsına hulul ettiğine inanma, Hz. Muhammed’ (sav)’in peygamberliğini inkâr etme; katî delillerle sabit olan haramları helal sayma ya da şer‘î yükümlülükleri kaldırma gibi dinin zorunlu olarak bilinen hüküm ve esaslarının dışına çıkmadığı veya bunları alay konusu etmediği sürece tekfir sebebi olarak görülemez. Bu itibarla İslâm âlimleri bu hususu, “tenzilin inkârı küfürdür, tevili değil” şeklinde bir ilke haline getirmişlerdir. Öte yandan tekfirin dinî ve hukuki pek çok ciddi sonuçları olduğundan dolayı bu konuda hüküm vermek bireylerin yetki ve sorumluluğuna bırakılmamıştır.

 

6. Peygamber’den sonra Allah’ın özel olarak seçtiği veya görevlendirdiği kişi ya da grup var mıdır?

Seçilmiş ya da seçkin kavramı, yaratıcı tarafından özel olarak belirlendiğine, görevlendirildiğine, diğerlerinden üstün kılındığına ve kurtuluşa erdiğine inanılan kişi ya da grupları nitelemek için kullanılır. Bu düşünceye bütün eski kültürlerde ve dinlerde rastlanmaktadır.

İslâm tarihinin belli dönemlerinde de seçilmişlik zannına kapılan kişi veya gruplardan bahsetmek mümkündür. Bunlar kendilerinin seçkin olduklarını ifade ederken kurtuluşun da yalnızca kendilerine tabi olmak ve kendi çatıları altında bulunmakla gerçekleşeceğine inanmaktadırlar. Oysa Kur’an-ı Kerim’de, seçilmiş olma iddiasının temelde Ehl-i kitab tarafından dile getirildiği belirtilmekte ve onların bu tutumu şöyle eleştirilmektedir: “Yahudiler ve Hristiyanlar, Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız, dediler. De ki: Öyleyse Allah günahlarınızdan dolayı sizi niçin cezalandırıyor? Doğrusu siz de O’nun yarattığı sıradan insanlarsınız…” (Mâide, 5/18); “…Başka insanlar değil de yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız ve şayet sözünüze sadıksanız haydi ölümü temenni edin!...” (Cum'a, 62/6) Hak, adalet ve sorumluluk gibi vasıfların dinin temel umdelerini oluşturduğu İslam’a göre, bahsedilen şekliyle hiçbir kişi ve zümre için seçilmişlikten ve kurtuluştan söz etmek mümkün değildir. Zira İslâm’a göre, Allah’ın (cc) bizzat seçerek risâlet görevini verdiği peygamberler (Bkz.En’âm, 6/124; Şûrâ, 42/13) dışında hiç kimse ya da grup özel bir seçilmişlik konumuna sahip değildir. Herkes kul olarak eşittir ve kendi yapıp ettiklerinden sorumludur. Nitekim Hz. Peygamber (sav)sevgili kızına, “Ey Peygamber’in kızı Fatıma! Allah’ın (azabından) kendini koru! Senin için ben bir şey yapamam.” (Buhârî, “Vesâyâ”, 11 [2753], “Tefsir”, 26 [4771]; Müslim, “Îmân”, 351) diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Mümin için dinî konularda Kur’an ve Sünnete uymak, bunların rehberliğinde ictihad etmek ya da ictihad eden âlimlere tabi olmak dışında bir yol yoktur. Nitekim bir hadis-i şerifte âlimlerin bu yönü hakkında şöyle buyrulmuştur: “... Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü miras bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur.” (Ebû Dâvûd, “İlim”, 1 [3641]; Tirmizî, “İlim”, 19 [2682]) Burada Hz. Peygamber (sav)’den sonra özel olarak herhangi bir kişi ya da gruba yer verilmemiş; aksine müminlerin, nebevî mirasa sahip çıkmaları teşvik edilmiştir.

Öte yandan Hz. Peygamber (sav), kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna “el-Cemâa” (Bkz.İbn Mâce, “Fiten”, 17 [3992]) başka bir rivayette de “Benim ve ashabımın yolundan gidenler.” (Tirmizî, “İman”, 18 [2641]) cevabını vermiştir. Buradan kurtuluşa eren kimselerin (fırka-i nâciye) Hz. Peygamber’in Sünnetine tabi olup ashabının izinden giden, diğer bir deyişle İslâm’ın ana yolundan ayrılmayan büyük çoğunluk olduğu anlaşılır. İslâm âlimleri bu büyük çoğunluğu “sevâd-ı a’zam” nitelemesiyle ifade etmişlerdir. Bu niteleme; herhangi bir özel kişi ya da grubu değil, İslâm’ın temel inanç esaslarına gönülden inanan bütün Müslümanları kapsamaktadır.

Sonuç itibarıyla İslâm dini, Hz. Peygamber (sav)’den sonra herhangi bir kimsenin veya grubun Allah tarafından seçildiği ve görevlendirildiği iddiasını benimsemez. Aksine dinimiz iyilik yolunda insanlığa önder ve örnek olmayı hak eden Müslümanları ve onların başlıca niteliklerini ortaya koymakta, bunun dışındaki her türlü dışlayıcı yaklaşımı reddetmektedir.

 

7. Günahsız insan var mıdır?

Günah, ilahî emir ve yasaklara aykırı tutum ve davranışlar anlamına gelir. Mahiyeti ve boyutları değişmekle birlikte günah mefhumu tüm dinlerde vardır. Günah, Kur’an-ı Kerîm ve hadislerde; “ism”, “zenb”, “vizr”, “cünâh”, “hûb” ve “seyyie” gibi farklı sözcüklerle ifade edilmiştir.

Her insan iyilik veya kötülük yapabilecek özellikte yaratılmıştır. (Bkz.Şems, 91/8) Hz. Peygamber (sav)’in “Her insan hata eder, hata edenlerin en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.” (Tirmizî, “Kıyamet”, 49 [2499]; İbn Mâce, “Zühd”, 30 [4251]) şeklindeki beyanı, insanların günah işleme ve hata yapma özelliğine sahip olduğu gerçeğinin açık bir ifadesidir. Aynı doğrultuda Hz. Peygamber (sav)’in: “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah günah işleyen ve günahlarından tövbe ve istiğfar eden bir topluluk yaratır da onları bağışlardı.” (Müslim, “Tövbe”, 9, 10 [2748]) ifadeleri de oldukça anlamlıdır. Hadis-i şerif, insanın mutlak olarak hatasız, kusursuz ve günahsız olamayacağını vurgulamaktadır. Şüphesiz bu ifadeler, günah işlemeye bir teşvik olmayıp aksine insanın doğasını açıklayan ve kendisini tanımasını sağlayan birer hatırlatma ve uyarıdır. Nitekim pek çok ayet ve hadiste insanın günahlardan ve Allah’ın yasaklarını çiğnemekten sakınması emredilmiştir.

İslâm inancında peygamberler dışında “mâsum” yani günah işlemekten korunmuş kimse yoktur. Bu sebeple herhangi bir kimsenin günahsız olduğunu kabul etmek İslâm inancına aykırı bir durumdur. Zira günahtan korunmuşluk anlamına gelen “ismet sıfatı” sadece peygamberlere aittir.

İslâm âlimleri, peygamberlerin birer beşer olmaları hasebiyle zelle olarak tabir edilen küçük hatalar işleyebilecekleri, ancak peygamberlik görevlerine zarar verecek türden hatalara ve günahlara düşmekten korundukları üzerinde ittifak etmişlerdir. Diğer yandan İslâm dininde, Hristiyan teolojisinde olduğu gibi “aslî günah” anlayışı yoktur. Zira hiç kimse doğuştan günahkâr sayılmaz. İslâm’da, herkes kendi günahından sorumludur. "Hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmez." (En’âm, 6/164; Necm, 52/38-39) ayeti kerimesi bu hususu ifade etmekte ve işlenen günahtan ancak onu işleyenin sorumlu tutulacağını belirtmektedir.

Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız

492. Sayı Aralık 2023