Allah Teâlâ, dostluğuna erişen salih kullarının her birine farklı tecelliler bahşetmiştir. Mevlana Hazretleri; bu ilâhî ihsanlar içerisinde; lisan, edebiyat ve belâgat tecellilerinin zirvesi oldu. İlâhî hakikatlerin tercümanı oldu. Mücerred hakikatleri; müstesna temsillerin, tefekkür dolu kıssaların diliyle, müşahhas hâle getirmek hususunda Mevlana Hazretleri eşsiz bir ifade gücüyle nasibdâr oldu.
Hazret-i Mevlana’nın müsamahasını, kendisinden sonra istismar edenler olmuştur. Onu hümanist bir mütefekkir, bütün dinlere hoşgörüyle bakan bir şair gibi göstermeye çalışanlar çıkmıştır. Hâlbuki o tam bir İslâm âlimi ve mutasavvıfıdır. Bütün eserlerinin hulâsası ve tasavvufun en özlü tarifi mahiyetinde şöyle der:“Yaşadığım müddetçe ben Kur’an’ın kölesiyim! Ben Muhammed Muhtâr (sav)’in yolunun toprağıyım, tozuyum…”
Mevlana Celâleddîn-i Rûmî; aile büyükleriyle Belh’ten hicret edip Konya’ya yerleştikten sonra, tahsilini tamamlamak için Halep ve Şam’a gider. O sırada takriben otuz yaşlarındadır.
“Bir gün Şam’ın kalabalık çarşısından geçerken, değişik bir kisve içindeki bir şahıs;
–Ver elini öpeyim, ey âlemlerin sarrafı! der.
Celâleddîn-i Rûmî’nin ellerine yapışır ve hararetle öper. Sonra birdenbire kalabalığın içinde kayboluverir.” Celâleddîn-i Rûmî, ansızın gerçekleşen bu hâdise karşısında son derece şaşırır; Bu ne iştir? diye hayretler içinde kalır.
Celâleddîn-i Rûmî; artık büyük bir âlim olmuş, Selçuklu medresesinin maruf bir müderrisi hâline gelmiştir. Yine bir gün Konya’daki medresesinde dersten çıkmış talebeleriyle sohbet etmekteyken, daha evvel Şam’da elini öperek kendisini hayrette bırakan kimse ile bir kere daha karşılaşır. Bu şahıs Şems-i Tebrîzî’dir. O da Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbetine dâhil olur.
Mevlana Celâleddîn-i Rûmî; Selçuklu medreselerinde ikinci bir İmâm-ı Gazâlî seviyesine ulaşmış bir âlimdi.
Buna karşılık Şems-i Tebrîzî Hazretleri, ilimde yüksek bir mertebesi olmayan kendi hâlinde bir dervişti.
Şems, Mevlana’ya zahiri bir ilim öğretmedi. Ona ilmin ötesinde, irfan ve hikmet talim etti.
Şems Hazretleri, adeta Hazret-i Mevlana’nın gönlündeki nefsanî prangaları kırmıştı. Onun maneviyat semalarına kanat açmasına vesile olmuştu.
Zahiri ilimler; eğer irfânî duyuşlarla gönülde hazmedilmezse, takva derinliğiyle ihlâslı bir yaşayışa taşınmazsa, sahibi için faydasız hatta zararlı bir hâl alır.
Mevlana Hazretleri’nin babası BahâüddinVeled de bir zahir âlimine şöyle hitâb etmişti:
“Eğer okuduğun bu kitaplarla gururlanıyor ve bunlardan aldığın bilgilerin kuvvetiyle her tarafa saldırıyorsan; şunu bil ki, bunların hiçbiri kalmayacak, hepsi yokluğa karışacak ve hepsinin izi kaybolacaktır. O zaman hangi kitapların sahifesinden bahsedecek ve ders vereceksin?
Gönül yaprağından (ilâhî azamet tecellilerinden) bir sayfa ezber etmeye gayret et ki ondaki mana ebediyete kadar senin ruhunla bağdaşsın ve hiçbir suretle hatırından gitmesin.” (Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, Trc. Tahsin YAZICI, I, 127)
Hazret-i Mevlana da, aynı şekilde, ilmin zirvesindeki hâlini; “Hamdım!” ifadesiyle tarif eder.
Kâinat kitabının esrarını okuma devrine; “Piştim!”; ilâhî esrarın yakıcılığından kavrulma devresine de; “Yandım!” ifadelerini kullanır.
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız