Allah, her insanı, iman etmesi için yeterli zihnî ve psikolojik donanıma sahip kılmakta; iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok kanıtlar yaratmaktadır; böylece O, sanki insanlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye sormakta, onlar da “evet” diyerek bunu tasdik etmektedirler.
“Kâlû belâ” ile ilgili ayetlerden şunu anlıyoruz. İnsanın “elestbezmi”, dünyaya gelmeden önceki dönem değil, insan ana rahmine düştüğü zaman dilimidir. Bu dönemde insan mecazi olarak “ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusunun muhatabı olur. Mîsâk ayetlerinden de anlıyoruz ki insanın doğasında bu sorunun cevabı “evet”tir.
“Kâlû belâ diye bir şey varsa bizim nasıl bir insan olacağımız zaten bellidir. Benim haberim olmadan ben böyle bir şeyi nasıl seçmiş olabilirim? O zaman şu an neden yaşıyorum? Bu sorularıma cevap verirseniz memnun olurum.”
Kur’an-ı Kerim’e göre insana ilk tevhid telkini yaratılmadan önce değil, kendi bedeninin yaratılması esnasında yapılmıştır. Bu konu “kâlû belâ” ile ilgili misak ayetleri denilen şu ayetlerde anlatılmaktadır:
“Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk dediler. Yahut daha önce babalarımız Allah’a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Batıl işleyenlerin yüzünden bizi helak edecek misin? Dememeniz için (böyle yaptık).” (A’raf, 7/172-173; Ayrıca krş.bkz. Zuhruf, 43/87)
İslam düşünce tarihinde Kur’an yorumcuları tarafından mîsâk ayetleri adı verilen bu ayetler grubu, “inanç özgürlüğü” bağlamında “inanç telkini temsîli bir anlatım mıdır yoksa hakikat anlamında fiziki bir durum mudur?’ şekilde tartışılmıştır.
Bu ayetlerde belirtilen sözleşme mecazi/temsîli anlamda olup bu olay, girişte de değindiğimiz gibi dünya yaratılmadan önce değil, her insanın kendi bedeninin yaratılması sırasında gerçekleşmektedir. Bir görüşe göre zürriyetlerin baba sulbunda yaratılışı esnasında, başka bir görüşe göre anne rahmine yerleşip organik oluşumunu tamamlaması sürecinde Allah Teâlâ insanoğlunun doğasına ya da fıtratına kendisinin varlık ve birliğini tanıma, kavrama ve dolayısıyla kendisine inanma yeteneğini yerleştirmektedir. Şu halde Allah, her insanı, iman etmesi için yeterli zihnî ve psikolojik donanıma sahip kılmakta; iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok kanıtlar yaratmaktadır; böylece O, sanki insanlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye sormakta, onlar da “evet” diyerek bunu tasdik etmektedirler. İnsanın doğasındaki iman kabiliyeti bu ayetlerde temsilî bir dille anlatılmış bulunmaktadır. (Bkz. Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri, II, 623-652) İnsanların doğal yapılarında nasıl ki, sevme, sevilme, kızma, acıkma, evlilik vb. gibi fizyolojik ve psikolojik duygular varsa, inanma duygusu da bunlar arasında yer alır. Eğer çocuk dindar bir ailede gözlerini dünyaya açarsa, verilen eğitim sayesinde dini duyguda gelişmeler yaşanır. Yok, eğer tersi olursa, bu dini duygu, körelir ve üzeri örtülür. Kur’an’da bu konu ile ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır: “Yüzünü doğru bir din olarak İslam’a, insanların fıtratına uygun olan dine çevir.” (Rum, 30/30) Hz. Peygamber’den gelen: “Her insanı annesi fıtratı üzere dünyaya getirir. Bundan sonra ebeveyni onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar. Eğer çocuğun anne-babası Müslüman ise, çocuk da Müslüman olur” (Müslim, Sahih, “Kader”, 25) rivayeti, bu gerçeği doğrulamaktadır.
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız