Maalesef son dönemde Sudan’da yaşanan hadiseler hem kavramların çarpıtılması, hem de bu kavramların temel anlamlarına göre şekillendirilen kurumların çürümüşlüğü açısından çok acı ibretler sunan korkunç bir gerçeği gözlerimizin önüne serdi.
Sudan, İngiliz işgal döneminde ekilen fitne tohumları sebebiyle bağımsızlığından itibaren sürekli iç sorunlarla ve ayrılıkçı örgütlerle uğraşmak zorunda kaldı. Bu sorunlar Sudan’ın ekonomik yönden belini doğrultmasını ve gerçek anlamda bir siyasi ve ekonomik bağımsızlığa kavuşması için gerekli olan altyapısını kurmasını da engelledi.
Günümüzde kavramlar aynı zamanda meşrulaştırmanın ve yapılan işlerin kamuoyu tarafından onaylanmasını sağlamanın aracı olarak kullanılmaktadır. Örneğin günümüzde dünyanın pek çok ülkesinde uygulamadaki yasaların birçoğu adalet ve hukuk ilkelerini gözetmediği, çoğu zaman zulme dayanak oluşturmak amacıyla bu yasalar çıkarıldığı halde hiçbir ülke yasaları uygulama sorumluluğu taşıyan kurumları organize eden bakanlığına “Zulüm Bakanlığı” adını vermez. Hepsinde bu bakanlığın adı “Adalet Bakanlığı”dır. “Hadi Zulüm Bakanlığı adını vermemenizi yine anlıyoruz, ama uygulamalarınız da adalet ilkelerine hiç uymuyor, hiç olmazsa yasaları uygulama bakanlığı anlamına gelecek bir isim kullanın” deseniz de kabul etmezler. İsimlendirmede adalette ısrarlıdırlar, ama uygulamada çoğu zaman adaletin kenarından bile geçmeye yanaşmazlar.
Askeri faaliyetleri yönetme ve yürütme işlerinden sorumlu bakanlığın adı da her zaman Savunma Bakanlığı’dır. Kimse Saldırı Bakanlığı adını koymaya razı olmaz. Dünya üzerindeki saltanatlarını güçlendirmek için savaşı her zaman kendilerine meşru kabul eden, egemenliklerini korumak için katliamlar yapmakta sakınca görmeyen ABD ve Rusya’da bile bu bakanlıkların adı Savunma Bakanlığı’dır.
İşte buradan hareketle bütün ülkeler kendi savunma güçlerini oluşturmak amacıyla ordular kurar, askeri teçhizatlarını oluşturur. Bu amaçla oluşturulan gücü yönetmeleri için komutanlar yetiştirir. Artık vatan toprakları ve o topraklarda yaşayan insanlar o komutanlara emanettir.
Emanet, güvenle olur. Birine bir şey emanet edebilmeniz için, onu himaye edeceği konusunda kendisine tam güveniniz olması gerekir. Eğer sahip çıkacağından emin değilseniz bir kişiye bir somun ekmeği emanet etmekte bile tereddüt edersiniz. Vatanı ve o vatan toprağı üzerinde yaşayan halkı nasıl emanet edersiniz?
Maalesef son dönemde Sudan’da yaşanan hadiseler hem kavramların çarpıtılması, hem de bu kavramların temel anlamlarına göre şekillendirilen kurumların çürümüşlüğü açısından çok acı ibretler sunan korkunç bir gerçeği gözlerimizin önüne serdi.
Her şeyden önce, ülkeye yönelebilecek tehlikelere karşı savunma görevini yerine getirmesi için oluşturulan yapının gerçekte bu amaçla değil birilerinin egemenlik ve güç savaşında rahatça kullanılabildiğini, amacına uygun olarak değil kirli hesaplar için değerlendirilebildiğini ortaya koydu. İkinci olarak da vatanın ve halkın müdafaası için çok önemli mevkilere getirilen, yani kendilerine vatan toprağının ve bu topraklarda yaşayan insanların emanet edildiği kişilerin hiç de emin olmadıklarını, azılı bir düşmanın saldırıda bulunması durumunda gerçekleştirebileceği yıkımdan daha fazlasını içerideki egemenlik savaşları için kendilerinin gerçekleştirebildiklerini gördük.
Ama ne yazık ki bu, günümüzde İslam dünyasının çok acı bir gerçeğidir. Bunu Suriye, Irak, Afganistan, Cezayir, Mısır başta olmak üzere birçok İslam ülkesinde gördük. Bugün de Sudan topraklarında şahit oluyoruz.
Olayın genel çerçevesiyle ilgili bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra son haftalarda Sudan’da yaşanan olayların gelişme süreciyle ilgili bazı bilgiler vermek istiyorum.
Sudan, İngiliz işgal döneminde ekilen fitne tohumları sebebiyle bağımsızlığından itibaren sürekli iç sorunlarla ve ayrılıkçı örgütlerle uğraşmak zorunda kaldı. Bu sorunlar Sudan’ın ekonomik yönden belini doğrultmasını ve gerçek anlamda bir siyasi ve ekonomik bağımsızlığa kavuşması için gerekli olan altyapısını kurmasını da engelledi.
Bu sorunların üç ayrı unsuru vardı. Birincisini tabii ki İngiliz sömürgecilerin ektiği fitne tohumlarının ortaya çıkardığı ayrık otları oluşturuyordu. İkincisi, İslam’ın insanlara kazandırdığı ümmet kimliğini esas alan kardeşlik bilincinin yerini ulusal kimlikleri esas alan ayrılıkçı taassup anlayışlarının almasıydı. Üçüncü temel etken ise bu sorunların çözümü konusunda devletin izlediği yanlış uygulamaları ve birleştirici değil ayrıştırıcı, yine ulusal kimliğe dayalı üstünlük davasını merkeze yerleştiren yanlış politikalarıydı.
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız