Yerli Ve Milli Eğitimi Yeniden Düşünmek , Mehmet Toker
Sayı : 501   **
Ribat Dergisi Aralık 2016

Umran

Mehmet Toker

Yerli Ve Milli Eğitimi Yeniden Düşünmek

  • 30 AÄŸustos 2024
  • 501 Görüntülenme
  • 501. Sayı / 2024 Eylül



Bir toplumu ayakta tutan en önemli etken, milli ve manevi değerlerini kuşanmış, ahlaklı, egoist olmayan, sorumluluk sahibi bireyler yetiştirmektir. Aynı zamanda içerisinde yaşamış olduğu döneme etki edebilecek, topluma katkı sağlayabilecek, mef'ul değil fail olabilecek, seyirci değil oyun kurucu olabilecek bir insan profili yetiştirmektir. Eğitimin temel amacı bu olmalıdır.

Bize, LGBT savunucusu, Osmanlı düşmanı, sanal putperest, diplomalı cahiller değil ahlak ve irfan sahibi arifler lazım. Esas mesele dini, milli, kültürel değerlerine sahip, içerisinde yaşamış olduğu çağı okuyabilen, ahlaklı, erdemli, kültürel kimliği ile barışık bireyler yetiştirebilmektir.

Son dönemlerde yetkililer tarafından sık sık dile getirilen: "topyekûn bir eğitim reformunun şart olduğu" fikri artık su götürmez bir gerçeklik olarak kendisini hissettiriyor.

Eğitim felsefemizin, eğitim mantalitemizin bu ülkenin gerçekleriyle, kökleriyle uyuşmadığını, yetişen neslimizin pozitivist bir anlayışla, seküler, materyalist bir zihin yapısı ile yetiştiğini eğitim konusunda kafa yoran her bilinçli ve sorumlu kişi dile getiriyor. Zira 1947 de imzalanan ve "Fulbright Anlaşması" olarak Türkiye ve ABD hükümetleri arasında eğitim komisyonu kurulması hakkındaki antlaşmanın sonucu olarak eğitim felsefemiz, mantalitemiz ve eğitim sistemimiz bütünüyle Amerika'nın çıkarları doğrultusunda biçimlendirilmeye başlanmıştır. Öyle ki bu anlaşma ile hangi sınıflarda hangi dersler okutulacağı, dersler de hangi felsefenin hâkim belirleyici unsur olacağı, müfredatın hangi anlayış  çevresinde oluşturulacağı gibi yani eğitimin en hayati yönünü, ruhunu, maalesef Amerika'nın egemenliğine vermiş durumdayız.

Bu anlaşma, şu manaya geliyor: "77 yıldır Milli Eğitimimizi Amerikalı uzmanların hatta Amerikan istihbarat elemanlarının fikirleri, öngörüleri ve kendi ülkelerinin çıkarlarını temin edecek politikaları çerçevesinde yönlendiriyoruz!" demektir. Biz tarımda, sanayide, üretimde, ekonomide, ticarette  bağımsız olsak, dünyanın belirleyici gücü olsak dahi insanımız zihnen, fikren Amerika'ya bağımlı, Batı dünyasına hayran, kendi kültür ve medeniyetine düşman olarak yetiştirilmiş demektir.  Onun için "eğitim reformu" dediğimizde her şeyden önce 27 Aralık 1947'de imzalanan ve bugüne kadar sistemler, (kesintisiz 8 yıl, 8+3 yıl, 4+4+4 vb) şekiller, biçimler, değişse de; ruhu değişmeyen bu anlaşmayı yırtıp atmamız gerekiyor. Bu anlaşma çerçevesinde oluşturulan bütün müfredatı, bütün eğitim mantığımızı ve felsefemizi sıfırdan yeniden kurmamız gerekiyor.

Tarih, başka milletlerde insanlara kimlik kazandırmak, insanın mazisi ile ait olduğu medeniyet ve kültür ile bağını kurmak için okutulurken; Fulbright Anlaşması güdümünde yazdırılan, okutulan,  bizdeki tarih anlayışı tamamen pozitivist, tek yönlü mazisiyle, kendi medeniyeti, öz kültürü  ile çatıştıran, kendi medeniyetini ve geçmişini öteki, yabancı ve düşman olarak görüp, köksüz sığ bir tarihle zihinleri iğfal etmek noktasında öğretiliyor. Bu anlayış sadece tarih dersi ile de kalmayıp diğer bütün alanlarda bir anlamda belirleyici bir unsur haline geliyor. İlkokuldan üniversiteye kadar okutulan tarih derslerinde insanın maymundan dönüşerek ilkellikten geldiği, ilerlemeci bir tarih anlayışı dayatılıyor. Buna bağlı olarak Biyoloji dersinde Darwin Teorisi bilimsel bir gerçekmiş gibi sunuluyor.  Eğitimde yönümüz, kıblemiz batının bir takım varsayım ve dayatmalarına çevrilmiş durumda. Hâlbuki insanlığın bugüne kadar getirmiş olduğu medeniyet birikimi ve kültürler tarafsız bir gözle incelendiği zaman, ilerlemeci değil döngüsel bir tarih anlayışının daha isabetli olacağını ortaya koyuyor. Aynı zaman diliminde yaşamasına rağmen bazı medeniyetlerin teknik, teknolojik, gelişmişlik olarak zirveyi yaşadığı aynı dönemdeki bazı medeniyetlerin dipte olduğu görülüyor.  Ancak aynı zaman diliminde yaşayan  askeri ya da teknik teknolojik olarak zirvede olan birçok toplumun ahlaki gelişmişlik noktasında  veya sanat, kültür gibi alanlarda dipte olduğunu görüyoruz. Bazı toplumların teknik, askeri, ekonomik, kültürel  ahlaki noktada zirvede olduğunu ama hemen yanı başındaki komşu coğrafyadaki toplumun tüm bu alanlarda dipte olduğunu görüyoruz. Ya da aynı dönemde dünyanın farklı noktalarında farklı kültür ve medeniyetlerin farklı bilgi seviyelerinde yaşadığını şahit oluyoruz. Pozitivist tarih anlayışının yansıması  olan ilerlemeci tarih anlayışı, yaratılış fikrini, insanın ilahi bir bilgi (vahiy) ile desteklendiği anlayışını, medeniyetlerin oluşumunda ve gelişimindeki din ve peygamber faktörünü,  "Hâkim Yaratıcı" fikrini reddeden bir zihin dünyası kurma üzerine inşa edilmiştir.  Pozitivist, sömürgeci Tarih felsefesinin Türkiye özelinde, Türk tarihine bakışının, Türk Tarihinin en az 2500-3000 yıllık bir siyasi, iktisadi, askeri, kültür ve medeniyet tarihin reddedilip 100  yıllık son döneme hapsedildiğini ve tarihin 1920'lerden başlatıldığını, öncesinin reddedilmesi gereken, inkâr edilmesi gereken bir tarih olduğu anlayışını hâkim kılınmaya çalışıldığını görürüz.  

Sadece tarihte veya sosyal alanlarda değil, fen-matematik gibi sayısal alanlarda da aynı mantık ve mantalitenin devam ettiğini sürekli vurgulanan anlayışın Batı kültür ve medeniyetini yücelten, Doğu kültür ve medeniyetini yok sayan,  kendi köklerimizi görmemizi, öğrenmemizi engelleyen bir anlayış olduğunu görüyoruz.  Alman  Profesör Sigrid Hunke'nin, "Batının Üzerine Doğan İslam Güneşi" isimli kitabında da ifade ettiği gibi ya da Pierre Curie'nin ifade ettiği gibi: "Müslüman Endülüs'ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık." sözü Batı medeniyetinin bugünkü sahip olmuş olduğu teknik,  teknolojik, bilimsel gelişimini Endülüs'ten  kalan, yakılmaktan kurtarılarak tercüme edilen 30-40 kitap üzerine inşa ettiklerinin itirafıdır. Bize aydınlık diye sunulan batının, aydınlanmasına vesile olan yine bizim köklerimiz ve bizim medeniyetimiz olduğu gerçeğini saklamaya çalışıyorlar Ama mızrak çuvala sığmıyor. Aynı Batı, bize de alfabemizi değiştirttirerek milyonlarca kitapla olan göbek bağımızı bir gecede kestiriyordu.

Edebiyatta, musikide, görsel sanatlarda kendi medeniyetimiz ve kendi köklerimiz dışlanırken, görmezden gelinip, yok sayılırken bizim medeniyetimizi taklit ederek var olmuş, ortaya çıkmış intihalci medeniyetler zirveleştirilmeye çalışılıyor. Reform olacaksa her şeyden önce eğitim felsefemizi, mantalitemizi değiştirmemiz gerekiyor. Tarihin en muhteşem hikâyelerine sahip bir milleti, tarihsizlerin uydurduğu masallara inanan bir millete dönüştürmek yine negatif ve inkârcı eğitim anlayışının bir meyvesidir. Beş bin yıllık bir medeniyetin çocuklarının zihin dünyasını, üç yüz yıl öncesine kadar tuvaleti dahi bilmeyen bir medeniyetin anlayışına köle yapmak bu millete yapılmış en büyük soykırımdır. Fikirsel, bilimsel, zihinsel katliamlardan birisidir. Eğitim reformu dediğimiz zaman bir İranlı nasıl ki Sadi Şirazi'yi, Firdevsi'yi, Gövsi Tebrizi'yi, Mevlana Celaleddin Rumi'yi orijinal dilinden okuyup anlayabiliyorsa, bir Rus, bir Hintli, bir Çin'li bin yıl önce yazılmış kendi kültürüne ait bir edebiyat kiyabını ilk yazıldığı haliyle alfabesiyle okuyup anlayabiliyorsa bir Türk çocuğunun da Şeyhi'yi, Ahmet Paşa'yı, Necatî'yi, Baki'yi Fuzuli'yi orijinal dilinde okuyup anlamasını sağlayacak;  Türk edebiyatının Halit Ziya, Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Tevfik Fikret ile başlamadığını Yunus Emre'yi,  Nabi'yi, Muradi'yi, Avni'yi, Adli'yi, Selimi'yi, Muhibbi'yi iyi tanıması, bu isimlerin eserlerini şiirlerini ilk yazıldığı günkü diliyle okuyup anlayabilmesi lazım

Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız

501. Sayı Eylül 2024