Dünyevî menfaat düşünceleriyle verilen tavizler, imanı zaafa uğratır. Günümüzde, din ve dünya işlerini Kur'an ve Sünnet ile mizan etmeden, imanı tehlikeye sokan nice tavizler verilmektedir. Fakat daha da kötüsü şu ki; bu karmaşa içinde nice insan, selde sürüklenen kütükler misali bir şuursuzlukla, sefaletini saadet zannetmektedir. Devrilen devrildiğinin, eğrilen eğrildiğinin farkında olmadığı için de, düzelip doğrulma yolunda bir gayret göstermeye lüzum duymamaktadır.
İletişim vâsıtalarının mesâfe engelini neredeyse ortadan kaldırdığı günümüzde, bilhassa İslâm'a yapılan haksız itham ve iftirâlara cevap vermek, İslâm'ın terör dini olmadığını, bilâkis Peygamberimiz'in 23 senelik risâlet vazifesinin mühim bir kısmının terörle mücadele içinde geçtiğini ve İslâm'ın hak-hukuk tevzî eden bir insanlık dini olduğunu bütün dünyaya güzelce izah etmek, büyük bir vecibedir. Bunun için de gayr-i müslimlerle şuurlu bir diyalog içinde bulunmak şarttır.
Muhabbet ve nefret hususunda Allah'ın rızasını gözetme feraseti kaybedildiği zaman, kişi nefsinin maskarası hâline gelir. İman hassasiyetleri yerine, dünya menfaatlerini ön planda tutar. Bu sebeple de "hoşgörü" adı altında yanlışları hafife almaya, "aman kırılmasın, gücenmesin, dostluk ve menfaatimiz zarar görmesin" gibi düşüncelerle sessiz kalmaya başlar. Bu ise, kişinin hem kendisine hem de haksızlığına göz yumduğu insana yapabileceği en büyük kötülüklerden biridir.
Nitekim Süfyân-ı Sevrî Hazretleri şöyle buyurur:
"Bir kişi yanlış bir iş yapar, kardeşi olduğunu iddia eden diğeri de onu nezaketle ikaz etmezse, bilin ki onun muhabbeti Allah için değildir. Şayet Allah için olsaydı, Allah'a âsî gelen kimseyi, onun anlayacağı bir üslûpla ikaz ederdi."
Yanlış bir hâl üzere olan kimselere gösterilen nefsanî müsamahalar, toplumda günahların yaygınlaşmasına, meşru görülmesine ve neticede alenen ve pervasızca işlenmesine zemin hazırlar. İsrâiloğulları'nın bozuluşu da menfaatlerini kaybetmek korkusuyla verdikleri tavizler ile başlamıştır. Peygamber Efendimiz (sav) bunu şöyle haber vermişlerdir:
"(Benî İsrâil halkı) ilk zamanlar, kötülük yapan birini görünce: Bak arkadaş! Allah'tan kork ve bu yaptığından vazgeç! Çünkü bunu yapmak sana helâl değil! diye uyarırlardı. Ertesi gün o adamı aynı vaziyette gördüklerinde (menfaatleri ön plana gelir) onunla birlikte yiyip içebilmek ve yanında oturabilmek için bir daha ikaz etmezlerdi. İşte o zaman Allah Teâlâ onların kalplerini birbirine benzetti. Peygamber Efendimiz bunları söylerken bir yere yaslanarak konuşuyordu. Birden doğruldu ve sözünü şöyle tamamladı: Ya siz de birbirinize iyilikleri tavsiye eder, kötülüklerden sakındırır, zalimin zulmüne mânî olursunuz yahut Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, İsrâiloğulları'na lânet ettiği gibi size de lânet eder." (Ebû Dâvûd, "Melâhim", 17/4336)
Dünyevî menfaat düşünceleriyle verilen tavizler, imanı zaafa uğratır. Günümüzde, din ve dünya işlerini Kur'an ve Sünnet ile mizan etmeden, imanı tehlikeye sokan nice tavizler verilmektedir. Fakat daha da kötüsü şu ki; bu karmaşa içinde nice insan, selde sürüklenen kütükler misali bir şuursuzlukla, sefaletini saadet zannetmektedir. Devrilen devrildiğinin, eğrilen eğrildiğinin farkında olmadığı için de, düzelip doğrulma yolunda bir gayret göstermeye lüzum duymamaktadır.
Toplumumuzda global kültür istilası sebebiyle yaşanan yozlaşmalar, maalesef İslâm'ın ruhuna zıt bazı uygulamaları da beraberinde getirmiştir. Öyle ki, hayatın en mühim safhalarına gayr-i İslâmî mahiyetler karıştırılarak âdeta şeytan da onlara ortak edilmektedir. Hâlbuki Allah Teâlâ'nın, huzurundan kovduğu şeytana söylediği şu gadap ifadeleri, insan için ne mühim bir ikazdır:
"Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol!.." (İsrâ, 17/64)
Hakikaten nice Müslüman; düğün, sünnet ve cenaze merasimleri gibi, hayatın en mühim safhalarında dini unutabiliyor. Hâlbuki bunlar, dinin asıl hatırlanması ve İslâm kimliğine göre yaşanması gereken anlardır. Zira din; belli zamanlara has bir merasim değil, ömrün her ânını tanzim eden bir hayat tarzıdır. Dolayısıyla kimi zaman yaşanıp kimi zaman rafa kaldırılamaz. Hayatın her ânını son derece nezih bir İslâmî tavırla yaşamak gerekirken, aksine onun en mühim safhalarını Allah Teâlâ'yı gadaplandıracak hâle getirmek, tıpkı bir bardak memba suyuna bir miktar necaset damlatarak onu içilmez hâle getirmek gibi çirkin bir iştir.
Eskiden düğünler ve sünnetler câmi ve bahçelerde yapılır, mevlidler, Kur'an-ı Kerim'ler okunurdu. Zengin-fakir ayırt edilmeden davet edilir, ikramların ardından dualar edilirdi. "Âmîn, âmîn!" nidâları, ruhların huzur kaynağı olurdu. Yoksullar ve garipler bilhassa çağrılır, dünya ve ahiret saadeti için onların dualarından istifade edilirdi. Zira; "Zenginlerin davet edilip fakirlerin çağırılmadığı düğün yemeği ne fena bir yemektir." (Buhârî, "Nikâh", 72) nebevî ikazına ciddiyetle riayet edilirdi. Böylece feyiz ve ruhaniyet dolu, huzur bahşeden meclisler olurdu.
Günümüzde ise biraz imkânı olanların çoğu, israfa dayalı bir güç gösterisi içinde, düğün veya sünnet merasimlerini çok yıldızlı oteller veya lüks restoranlar gibi, âdeta fukaraya yasak olan yerlerde icra eder oldular. Bu düğünlere de muayyen ve elit bir grup davet edilerek oburluğu teşvik eden açık büfe usulü yemekler ikram edilmekte, mâlâyâni mevzulardan sohbet edilmektedir. Hatta kimi düğünlerde ve sünnetlerde, kat'î bir haram olan içki, sanki o zamana has bir serbestlik varmış gibi derin bir gafletle tüketilmektedir. Nice dindar bilinen, namaz kılan, hacca giden ana-babalar, evlâtlarının içkili, rakkâseli ve gayr-i İslâmî davranışlarla dolu merasimlerine göz yumarak inançlarıyla tezada düşmektedirler
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız